Mustafa Emin Büyükcoşkun

Mesut Uçakan kelimenin tam manasıyla idealist bir adam. Sinema onun için herşeyden evvel bir “duruş” meselesi. Türkiye’nin seküler kültür ortamında, yaşadığı topraklara ve kültürüne yabancı filmlerle dolu bir sinema piyasasında, Uçakan islami hassasiyetlere sahip bir kitleyi sinema salonlarına ısındırabilmesinin yanı sıra Müslümanların meselelerini de beyazperdeye yansıtmak konusunda çok gayret sarf etmiş bir insan. Mütedeyyin kitlelerin ilgisizliğinin yanı sıra sanata yatırım yapmak yerine jip almayı tercih eden muhterem abilerin vurdumduymazlığına rağmen Mesut Uçakan bu topraklarda müslüman bir sinemacı olarak “duruş”unu sürdürmüştür.

“Anka Kuşu: Bana Sırrını Aç” Uçakan’ın hakikat ve mana üzerine bir sorgulamayı yıllardır çocukluk aşkını arayan yönetmen Selman karakteri üzerinden dile getirmeye çalıştığı bir çalışma. Film bu varoluşsal sorgulamanın yanı sıra 12 Eylül’de kaybolan bir baba, babasının kaybını “dinciliğe” bağlayan ve dinden soğuyan Selman, bir Leyla figürü ve bir kötü yola düşen kız tiplemesi olarak Merve, sanat dünyasının kirli yüzü, 28 Şubat ve başörtüsü zulmü, Güneydoğu’da ölen askerler gibi pek çok meseleyi de 90 dakikaya sığdırmayı başarıyor. Bu da seyircinin dikkatini tek bir noktaya, mesela “parmakların ucundaki galaksiler”e toplamayı engelliyor.

“Anka Kuşu” sinemanın metafizik açılımlarından istifade ederek maddeye ve manaya dair anlamlı bir film olacakken abartılı diyalogları, hiç susmayan müziği ve en önemlisi yüzeyde kalan üslubuyla maalesef anlamlı bir duruşun yansımasını seyirciye iletmekte yetersiz kalıyor. Filmin tipik Yeşilçam trükleriyle dolu senaryosu başarısız oyunculuklarla birleşince Uçakan’ın bu anlamlı çabası bir anlamda heba oluyor ve seyirciye ulaşamıyor. “Anka Kuşu” hakikati arayan bir adamın masalı olabilecekken inandırıcılıktan uzaklaşan, biteviye vaaz eden, yüzeyde kalan bir filme dönüşüyor. Şüphesiz buna en büyük sebep de filmin derdini anlatırken kullandığı estetik dil ve sinematografik üslup.

Sinemada metafizik bir arayışı tasvir etmek, seküler imajları yani gerçek putları yıkmak sürekli görmeyi arzulayan nefse ket vurup, görünmeyen hakikati göstermeye daha doğrusu ona işaret etmeyi ilke edinerek mümkün olabilir. Böyle bir sinema arayışıysa ancak filmleri fazlalıklardan arındırarak, daha küçük, daha sade hikayelere yönelerek, sükut edip seyirciye tefekkür imkanı tanıyarak mümkün olabilir. Sinema böylece hakikatin yansıdığı bir hayal perdesine dönüşüp hakiki bir ibret alemi vazifesi görebilir. Takma beyaz sakallı hocaların vaazları yerine, yaşlı bir ayakkabı tamircisinin bilgece öğütleri çok daha samimi ve naif olmaz mı? Görsel bir sanat olan sinemanın imgesel gücünü uçucu diyaloglar ve ajitatif müziklerle azaltmak yerine, perdeyi hakikate açılan bir tasvire dönüştürmek daha kalıcı ve etkileyici değil mi? Sanat yüzeysellikten uzak bir uğraşsa eğer bu ancak derin bir estetik anlayışla mümkün olabilir. Müslümanlar da sanattaki eksikliklerini fani yapımlarla değil ancak böyle eserlerlerle kapatabilirler. Aksi takdirde Ramazan aylarında “Çağrı” seyretmek sünnet haline gelecek.

Filmin değinmeden geçmek istemediğim bir noktasıysa araya sıkıştırılmış siyasi mesajlarıydı. Üstad Hasan Aycın “Mesajsız sanat olmaz, ama sanat eserinde de mesaj kaygısı olmaz” diyor. “Anka Kuşu” bu noktada “12 Eylül’de sağcılar da zulüm gördü” diyor, ama bunu bir dergah ve faşist bir siyasi parti gibi oldukça problemli iki figür üzerinden yapıyor. Başörtüsü sebebiyle meslekten men edilen ve şehit olduğu halde ordu evine alınmayan öğretmen hikayesiyse oldukça ajitatif bir vaziyette filmde sığıntı duruyor. Başörtüsü yasağı o kadar büyük bir dram ki sinemada ancak mikroskobik kesitlere odaklanarak anlatılabilecek bir hikaye olabilir. Oysa “Anka Kuşu”nun zaten anlatacak bir hikayesi var. Filmdeki 28 Şubat sahneleri de 12 Eylül gibi belgesel havasında tv görüntüleri ve gazete haberleri eşliğinde zayıf bir tablo çiziyor.

Bu yazıyı yazarken amacım Uçakan’a ve idealist bir tavırla gerçekleştirdiği filmleri yerden yere vurmak değil. Müslümanların estetikle olan sorunlu ilişkilerini ve üslupla ilgili sıkıntılarını bir film üzerinden değerlendirmeye çalışmak. Bu film Mesut Uçakan’ın değil bizim filmimiz aslında. Bu filmin eksiklikleri ve kusurları bizim gündelik hayatlarımızda izlerini rahatlıkla sürebileceğimiz olgular. Dolayısıyla bu yazı aslında geniş çaplı bir özeleştiri denemesi aslında. Güzel sanatlar talebelerine değil Boğaziçili mühendislere burs veren vakıfların, parayı kültüre değil Dubai’de tatile harcayan muhterem abilerin, sinemayı vakit kaybı olarak gören ama televizyonu evlerinden eksik etmeyen mütedeyyin kitlelerin bu filmde payı ve parmağı var. Mesut Uçakan ise bu tablonun grafikeri olarak karşımızda aslında. Film için değil ama bence bu tablo için onu tebrik etmek gerek. Haziran ayında bu sayfada kısa filme festivallerine dair bir eleştiri yazmıştım. Ümid ederiz ki sesimiz bir yerlere ulaşır ve sade, hakiki, fıtri bir sinema dilinin takipçileri, Uçakan gibi ustalarının izinde beyaz perdede hakikati aramaya devam ederler.


GENÇ'ın Yazısı.