Kedili Kütüphanenin Bilge Hâfız-I Kütübü İsmail Saib Sencer
İbrahim Refik
Bu ayki "bu toprağın meçhul yıldızı", Batılı müsteşriklerin, "kafasının içi, müdürlüğünü yaptığı kütüphaneden daha zengin olan adam" diye tavsif ettikleri Beyazıt Umumi Kütüphanesi müdürlerinden büyük âlim İsmail Saib Sencer...
Son dönemin önemli hafız-ı kütüplerinden olan bu sıradan adam, 31 Ocak 1872`te dadaşlar diyarında dünyaya gözlerini açar. Küçük yaşta İstanbul`a gelir ve önce Esekapısı İbrahim Paşa İptidai Mektebi ile Koca Mustafa Paşa Askerî Rüştiyesi`ni bitirir. Ardından dinî ilimlerde icâzetnâme alır. Tıbb-i atîk, müfredât-ı tıp, teşrîh ve biyoloji gibi ilimlerle de meşgul olan bu genç ilim alimi, ayrıca eczacılık ve hukuk mekteplerinde bazı derslere de dinleyici olarak katılır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman`ın anlattığına göre, İsmail Hoca bir ara tıp fakültesine devam eder ve bütün derslerden imtihana girip icazet almaya hak kazanır. Fakat ilginçtir yıllar süren emeğinin meyvesi olan diplomasını almaya gerek görmez. Hazretin ilmi dirayetini bilen hocalar, neden diploma almadığını sordukları zaman, Saib Hoca: "Ben iç dünyamı aydınlatmak, bilgi edinmek için okudum. Diplomaya ihtiyacım yok!" cevabını vererek onları şaşırtacaktır. İsmail Saib Efendi, Maarif Nezareti`nin açtığı imtihanı kazanarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi`nde ikinci hafız-ı kütüplüğe tayin edildiğinde henüz daha 25 yaşındadır. Bu arada medreseyi de bitiren Saib Efendi, Beyazıt dersiâmline unvanını alır ve Beyazıt Camii`nde ders vermeye başlar. Ardından müderrisliğe (profesörlüğe) kadar yükselen İsmail Saib, Beyazıt Umumi Kütüphanesi`nin birinci hafız-ı kütüblüğü (müdürü) vazifesine getirilir. İsmail Hoca`ya daha sonra, Süleymaniye Medresesi`nde kelam müderrisliği ve Darülfünûn Edebiyat Fakültesi`nde Arap edebiyatı hocalığı yaparken görürüz. Yakınlarının ifadesine göre, 1925`ten sonra Şapka giyilmesi hakkındaki kanun üzerine prensiplerinden fedakarlık etmemek ve ilmiye kıyafetinden vazgeçmemek için dışarıdaki görevlerinin hepsinden istifa ederek Beyazıt Kütüphanesi`ne çekilir.
BİR ESKİ ZAMAN BİLGESİ
Arapça ve Farçadan başka Fransızca ve Almanca bilen, bir ölçüde Grekçe ve Latinceyi de anlayan İsmail Saib, bunun yanında binlerce kitabı tanıyan çok geniş bir hafızaya sahip olması dolayısıyla çağdaşları olan yerli ve yabancı alimlerce "fihrist-i ulûm", "canlı bibliyografya", "ilmin Kâbesi", "sanduka-i kemalat", "kütüphanedeki kütüphane" ve "çağının Câhiz`i" gibi sıfatlara layık görülmüştür. Saib Hoca`nın böylesi keskin hafızasının yanında, eski müelliflerin yazılarını tanıma, yazmaların bozuk bölümlerini bile kolayca okuma, gördüğü bir yazıdan metnin hangi yüzyıla ve hangi hattata ait olduğunu tahmin etme gibi çok üstün kabiliyetleri mevcuttur. Kültür tarihçisi Süheyl Ünver`in ifadesiyle İsmail Saib Sencer, "Beyazıt Kütüphanesi`nin ruhu"dur. Postnişini olduğu kütüphane de, "ilim vadisinde çalışanların bir Kabe`si"dir.
Bütün ömrünü tamamıyla ilmi tetkiklere adayan bu mütevazı bilge, her müşkülü halletmede, ince girift vesikaları okumakta emsalsizdir. Bazı âlim geçinenler gibi bilgisini saklamaz, kendisine sorulan her soruya efradını câmi, ağyârını mâni tatmin edici cevaplar vererek, müracaat edenleri asla boş çevirmez. Vefatından sonra ilim ve kültür dünyası adeta öksüz kalmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı, "Gazali kadar mütekellim, Fahreddin-i Razi kadar müfessir, Buhari kadar muhaddis, İbn-i Sina kadar hakîm, Mevlana kadar âşık, Hacı Bayram-ı Veli kadar vâkıf..." biri diye vasıflandırdılar. İsmail Hoca`nın vefatından sonra, zor bir ilmi mesele ile karşı karşıya kaldıklarında "şimdi İsmail Saib Hoca sağ olsaydı, gidip ona sorardım, bu kültürü batırdılar, ben şimdi kime sorayım" diye çok feveran ettiği anlatılır. Gerçekten de bu meçhul bilgenin kütüphanesi, denildiği gibi ilim aşıklaranın Kâbesidir. Osmanlı coğrafyasının ve dünyanın dörtbir yanından gelen insanlar, meselelerini halletmek için bu zeka ve bilgi küpünün kapısını aşındırırlar. İbn-i Heysem`in optik teorisi üzerine çalışan Amerikalı bir bilim adamı, araştırmalarını derinleştirmek gayesiyle İstanbul`a geldiğinde bazı meselelerde tıkanır. Adamı doğruca İsmail Saib`e gönderirler. İsmail Hoca "maalesef bazı yerleri anlayamamışsınız, bunlar böyle olacak." diyerek optik teorisiyle ilgili adamın yanlışlarını teker teker düzeltir. İsmail Saib`in bu konudaki vukufiyetini gören adam, yeniden Türkiye`ye gelerek Hoca`nın yanında iki yıl klasik optik ve geometri tahsil eder. Aynı şekilde, ellerinde Hindistan`dan gönderilen bir vakfiye bulunan birkaç adam, vakfiyeyi okutmak için dolaşmadık yer, başvurmadık kapı bırakmazlar. Ama kimse işin içinden çıkamaz. En sonunda biri İsmail Efendi`yi tavsiye edilince, adamlar son bir ümitle bu sempatik âlimin kapısını çalarlar. O sırada muslukta ellerini yıkamakta olan İsmail Saib Hoca, ellerini yıkamaya devam ederken başını hafifçe vakfiyeye doğru çevirir ve adamların hayret dolu bakışları arasında müşküllerini anında çözüverir.
DEHA ÖTESİ DEHA
Bilindiği gibi Cumhuriyet öncesinde kütüphaneler çoğunlukla yazma eserlerden oluşur ve bu kütüphanelerin başındakine de hafız-ı kütüb denirdi. Kütüphanenin ilmi ve idari işlerini yürüten, yüksek ilmi kariyere sahip bu vazifeli, gelen araştırıcıya istenilen kitap ve konu hakkında etraflı bilgi verebilecek kapasitede biri olurdu. Bunun ötesinde eser bir hafız-ı kütüp, muhtelif kütüphanelerde bulunan binlerce eserin adını, konusunu, cildini, sayısını vesaireyi biliyorsa ona da "ayaklı kütüphane" denirdi. Tarihimizde böyle "ayaklı kütüphane" vasfına sahip birçok değerli insan mevcuttur.
Fakat İsmail Saib Hoca`nın durumu bunlardan büyük farklılık arzeder. O, bütün bu kitapların muhtevasını bildiği gibi, büyük bir bölümünü de ezberine almış biridir. İsmail Saib Hoca`nın huzuruna çıkıp da meselenizi arzedince, Hoca size "Sağdan yedinci raftaki falanca kitabın ikinci cildini al. Kırk yedinci sayfasındaki ikinci paragrafı oku." dedikten sonra, "şu, şu kitapların, şu sayfalarında da aradığınız nev`iden bilgiler vardır" diyebilecek kadar alabildiğine derya biridir. İsmail Saib Sencer Hocaefendi`nin talebesi, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Profesörü Oskar Rescher`in (Osman Reşer), anlattığı şu vak`a, Hoca`nın hafıza gücü hususunda başka misale gerek bırakmayacak kadar dikkat çekicidir: Osman Reşer diyor ki: "Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı, hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsmail Saib Efendi`ye götürdüm. `Bu kitap nedir, hattatı kimdir.` diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra "yaz" diyerek baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlattı. Yazarını ve konusunu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesi`nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattı kitabın aynısı karşıma çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için mecburen ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince Hoca`nın ezbere tamamlattığı kitabı aldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi`nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca, bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm." Böylesine zengin bilgi birikimine, derin kültüre sahip bir "ayaklı kütüphane"nin, vefatından sonra adını ebedileştirecek eserler vermemesi talihsizlik olarak düşünülebilir. Ölümünden sonra hakkında iki makale yazan Oskar Rescher, Saib Efendi`nin bu çok yönlü kişiliğinin, onu ilim aşıkları için eşsiz bir cazibe merkezi haline getirdiğini, ancak bu özelliğinin kendisinde eser yazmayı engelleyen bir kuvvet dağılmasına sebep teşkil ettiğini belirtir.
Rescher ayrıca Hoca`nın bu tavrını, bir yaşama tarzı olarak benimsediği sufi anlayıştan kaynaklandığını, onun, bilgisini ortaya koyarak bir isim yapma isteğinin bulunmadığını ifade eder. Saib Efendi`nin yakın dostu İbnülemin Mahmud Kemal İnal da, Hoca`nın bu yönü ile ilgili şöyle demektedir: "Kırk yıl zengin bir kütüphanede oturduğu, kendisinin de birçok kitabı olduğu halde ilmi serveti nisbetinde mühim eserler vücuda getirmedi. Bu husustaki teessürümü bazen kendine söylerdim. Mahzun bir tavırla: `Efendim, benim gibi acizer eser telif edebilir mi?` derdi."
KEDİLİ KÜTÜPHANENİN EBU HUREYRE`Sİ...
İsmail Saib Hoca`nın en dikkat çekici özelliklerinden biri de Ebu Hureyre Hazretleri gibi kedilere olan düşkünlüğüdür. Öyle ki, kütüphanenin demirbaşı olan kediler yüzünden buranın adı "kedili kütüphane"ye çıkmıştır. Kedilerle bu kadar içli dışlı bir hayat yaşayan Sencer Hocaefendi maaşının hemen hemen yarısını bunlara harcar, onların rahat etmesi için bütün imkanlarını seferber eder. İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onun kedilere olan tutkusunu, yazdığı makalede şu cümlelerle dile getirir: "Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi.
Eski hukukumuz münasebetiyle yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekten sakınırdı. Davetime icabet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramazan`da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği halde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı paylardım. `Sizin meskeniniz kedilere mahsus dârülacezedir` derdim. Bîçâre, boynunu büker, `ibtilâdır, mazur görünüz` derdi. Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çektikleri akciğer, karaciğer değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi." Saib Hoca`nın, bazılarına göre 80, bazılarına göre 150 kadar olduğu rivayet edilen bu kedileri, kütüphanedeki kitapları farelerden korumak için beslediği söyleniyordu. Fakat bunun doğru olduğu şüpheli idi. Çünkü İsmail Saib, kedilerinin amansız düşmanı olan bu fareleri de kolluyordu. Oskar Rescher`in anlattığına göre bu şefkatlı hafız-ı kütüp, kütüphanede kapana kısılan fareleri, bir müddet sonra geri geleceklerini bile bile sokağa bırakıyordu. Yaratılana, Yaratan`tan ötürü sevgi besleyen Sencer Hoca, bir kedisi öldüğünde yakınlarından biri vefat etmiş kadar üzülürdu. Çünkü o çok hassas ruhlu biriyidi. Kendisine, hastalığının son günlerinde hafif bir besin diye tavuk çorbası tavsiye edildiği zaman, onun "Benim yüzümden niçin bir tavuğun canına kıyılsın" demesi, ondaki duyarlılığının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça düşündürücüdür.
OSKAR`LIKTAN OSMAN`LIYA GİDEN YOL
İsmail Saib Hoca`nın anlatıldığı bir yazıda Oskar Rescher`den bahsetmemek elbette ki noksanlık olur. Bir Alman Yahudisi olan Oskar Rescher, ülkesinde Şarkiyat`ı bitirdikten sonra kendini geliştirmek için Mısır`a gidip orada bir müddet kalır. Daha sonra İstanbul kütüphanelerini tetkike gelince Allah karşısına Saib Sencer Hoca`yı çıkarır. Büyük allame Saib Hoca bir gün Beyazıt Camii`nde yerli yabancı bir grup insana ders anlatırken dinleyiciler arasında Rescher de vardır. Hoca, konuşması sırasında Arapça bir kelimeyi mânâlandırırken bu Alman Şarkiyatçı, "Hocam bunu yanlış söylediniz" diye itirazını belirtir. İsmail Hoca konuşmasını bitirip herkes dağıldıktan sonra Rescher`i karşısına alıp o kelimenin 14 tane mânâsının olduğunu ve burada geçen kelimenin de kullandığı mânâya geldiğini izah eder. Bu büyük alimin ilmine hayran kalan Oskar, ondan sonra Hoca`nın vefatına kadar tam 25 sene boyunca dizinin dibinden ayrılmaz. İsmail Saib Sencer`e iyice bağlanan Oskar, Hocası`nın hizmetine girerek uzun yıllar boyunca onun ilim ve faziletinden istifade eder, kedilerine ciğer taşımayı âdeta kutsal bir görev bilir. Rescher, Hocası`nın iç dünyasının zenginliğini her geçen gün biraz daha keşfettikçe ona olan hayranlığı biraz daha da artar. Müslüman olmamasına rağmen Ramazanlarda hocasıyla birlikte oruç tutacak kadar ona bağlanır. Bu bağlılık, zaman içinde Hocaefendi`nin bağlandığı değerleri de kapsar ve Rescher, İslamiyetle şereflenerek Osman Reşer adını alır. Hocasıyla et ve kemik olan Reşer, onun vefatıyla derin bir sarsıntı geçirir. Âdeta dünya başına yıkılmıştır. Reşer`in, Dârülfünun`da ilk talebesi olan Mahir İz, İsmail Hoca`nın vefat ettiği gün ile alakalı olarak "Yılların İzi"nde şunları anlatır:
"...İsmail Efendi`nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başından dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakika durdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitmedim. Dönüp yanıma gelince dedi ki:
`Benim güneşim söndü. Artık bana hayat karanlıktır. Yaşamaya bile değmez.` Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi."
İLMİN KÂBE`SİNİN VEFATI
Tarihler 22 Mart 1940`ı gösterdiğinde "ilmin Kâbesi" kabul edilen bu büyük âllame, beyninin ve yüreğinin içindeki eşsiz hazineyle birlikte ebebiyete intikal eder. Son zamana kadar başına giydiği tekbirli keb külâhı, önce tabutunun başına, defin esnasında da kabrine konulur. Batılı bilginlerin bile önünde diz çöktüğü bu büyük ilim ve fazilet erbabını bugün kaç kişi hatırlıyor bilemem. Bildiğim o ki, şeyhülislâm Yahya Efendi`nin "Unuturlar seni bîçâre, hemen ölmeyi gör" dediği gibi, o da unutulma bahtsızlığına uğrayan bu toprağın evlatlarından biri. Ola ki hatırlamak isteyeniniz olursa, Merkez Efendi Camii`nin kıble tarafına doğru yirmi beş metre adımlayınız. Sizi "Eski Dârülfünûn Edebiyyat-ı Arabiyye Müderrisi ve Bayezid Umûmi Kütüphanesi Müdürlüğünden emekli, Bayezid dersiâmlarından, Şarkiyyat mütehassısı Hoca İsmail Saib Sencer burada medfûndur. 1289-1940" yazılı bir kabir taşı karşılayacaktır.
GENÇ'ın Yazısı.