Üstâdın köşkü, bu mîrasyedi ruhlu apartmanların arasında, merkep ahırındaki zavallı ceylan gibi hissediyordu kendini. Önceleri üzülüyordu beni de yıkacaklar diye; kaza süsü verip yakacaklar önce, sonra da yıkacaklardı. Onun da akıbeti bu olacaktı en nihâyetinde.

Uzun yılların verdiği yorgunlukla dalmıştı bir İstanbul gurûbuna daha… İstanbul ufku kan kırmızı… Mâzînden kalan tatlı hâtıralar, gönlünde ince bir sızı…

— Acaba dünyanın diğer yerlerinde de güneş bu kadar güzel mi batar, diye geçti içinden. Şimdi o burada olsaydı, güzel bir şiir yazardı, batan güneşten aldığı ilhâm ile. Yani hayatta olsaydı, diye düzeltti kendi düşüncesini, hayatta olsaydı mutlaka yazardı…

Münâsebetsiz komşularının her zamanki ukalâlılıklarından biri bozmaya yetti, bu ânın bütün güzelliğini… Gözünün önünde canlanan mâzînin, titreyen hayâli silinip kayboldu, etrafını saran beton yığınlarıyla baş başa kaldı:

— Daldın gittin yine konak harâbesi. Sabret, yıkacaklar seni de. Bahsettiğin o efendilerine, hanımlarına kavuşmana az kaldı, biraz daha sık dişini.

Canınız cehenneme, deyiverecekti neredeyse, ama son bir kere daha “fesüphânallah” çekerek, büyük bir iman ve devlet terbiyesinden kalma efendiliğinden taviz vermedi:

— Rica ederim, üzerime daha fazla gelmeyiniz, diyerek geçmiş günlerin hayâline dalmak istedi tekrar, ama mümkün olmadı. Komşu apartmanlardan birinde oturan şehir züppelerinden biri, son sesine kadar açtığı müzikle mûtâd gürültüsüne başlamıştı.

Üstâdın köşkü, bu mîrasyedi ruhlu apartmanların arasında, merkep ahırındaki zavallı ceylan gibi hissediyordu kendini. Önceleri üzülüyordu beni de yıkacaklar diye; kaza süsü verip yakacaklar önce, sonra da yıkacaklardı. Onun da akıbeti bu olacaktı en nihâyetinde. Bir kere daha çekti içini, rüzgarda gıcırdayan pencere kapaklarının sesi, sanki hafif bir inilti gibiydi. İnşallah beni de yıkarlar da, kurtulurum sizden, diye geçirdi içinden.

Komşu apartmanlardan biri yine hırlarcasına:

— Ne gıcırdayıp duruyorsun yine! Yıkılmadın gittin be sende, mendebur!

Nurlu bir sîmâyı andıran beyaz boyalı cephesiyle, kırışık bir çehre görüntüsü veren eski ahşap kaplaması ve çok şeyler görüp geçirmiş yaşlı gözleri andıran pencereleriyle, yanındaki bilmem kaç katlı apartmanı aşağıdan yukarıya bir kere süzdü ve dedi ki:

— Bana mendebur diyorsunuz, lâkin kullandığınız kelimenin mânâsını dahi bilmediğinizden adım gibi eminim.

Bu cevap üzerine civar apartmanlardan sataşmalar gelmeye başladı:

— Sen o kelimenin mânâsını biliyorsun da neye yarıyor sanki!

— Beyler! Aman yavaş, o üstadın köşküdür, okumuş yazmış takımındandır!

— Üstadın köşküymüş hah! Sevsinler senin üstadını!

Yeni yapılanlardan biri, hem de en lüks görüneni mevzuya yabancı kalmıştı:

— Üstad üstad diyorsunuz, yaw kim bu Allah aşkına!

— Necip Fâzıl Kısakürek, üstad derler kedisine! Sen tanımazsın, yenisin daha…

Duyduklarına inanamadı, yığılıverecekti az daha. İçindeki kablolardan biri cız etti sanki, neredeyse kısa devre yapıp da yangın çıkıverecekti. Bu apartman ve içindekiler, üstadı hakikaten tanımıyor muydu? Adını bilmemesi, duymaması mümkün müydü? İçi içini kemiriyordu… Tekrar üstadı canlandı gözlerinde; O’nun en uzun süre kaldığı, en güzel şiirlerini yazdığı yerdi burası. Birçok kitabını burada yazmış, günü gelince hayata gözlerini burada yummuş ve cenâzesi bu evden kalkmıştı. Dile kolay, tam yirmi sene… Kimileri gelir ziyaret eder, kimileri akıl danışır, şiir meclisleri, edebiyat sohbetleri tertip edilirdi. Ah o günler, ne günlerdi…

Mâzînn hatırasıyla yaşadığı huzuru da çok gördüler yine. Camları açık bir spor arabanın gürültülü müziği, onu daldığı hayallerden uyandırmaya yetti.

- Ricâ etsem, dinlediğiniz müziğin sesini biraz kısabilir misiniz? Dedi.

Amerikan rüyası da dedikleri Mustang’ın cevabı kâbus gibiydi:

- Hey ahbab senin neyin var ha! Kendine bir iyilik yap da, kapa o lânet olası çeneni tamam mı?

Al sana bir tane daha, Kadıköy değil mi? Züppenin harman olduğu yer, diye geçirdi içinden. Gürültüden rahatsız olması etraftakilerin dikkatini üzerine çekti.

- Şuna bak şuna… Müzikten ne anlarsın sen, bir de rahatsız olmuyor mu ya!

- Ben anlamıyorum ya! Kadıköy’ün göbeğinde, Göztepe’de böyle bir konağı bırakıyorlar ya! Bu müteahhitler ne iş yaparlar kardeşim…

Üstadın konağı güzel bir cevap verdi:

- Müteahhit dediklerin, eski diye sapasağlam güzelim konakları yıkar, yerlerine “depremde ilk yıkılacak” şekilde çürük apartmanlar yaparlar, dedi…

Bilmem ne hanım Apartmanı, şuh bir kahkaha attı:

- Aman da amaann, sevsinler senin sağlamlığını, merdivenlerinin gıcırtısı yedi sokak öteden duyuluyor ayol!

- Ben yıllardır tamir görmedim olacak o kadar. Hem merdivenim gıcırdasın varsın, sizin asansörlerinizdeki gibi kimse merdivenimde mahsur kalmıyor en azından!

- Konak eskisi sende! Biz yapılırken kaç ton çimento, kaç ton çelik kullanıldığını biliyor musun sen? Biz de çürüksek artık sana ne demeli bilmem.

Konak, Üstada yakışır bir üslupla taşı gediğine koydu:

- Çimento ve çeliğin kaç tonu kullanıldı, kaç tonu çalındı bilmiyorum doğrusu! Fakat bildiğim bir şey varsa, 1894 İstanbul depreminde, ahşap binalar kıyâm ederken, yanı başlarındaki kâgir binâlar önce rükûya sonra da secdeye kapanmışlar. Gölcük depreminde yerin dibine batanlarınız bile varmış. Bilmem ki tonlarca çimento ve demirden midir nedir. Bizim taşımız besmelesiz konulmaz, çivimiz abdestsiz çakılmazdı. Yerin dibine geçen kolonları hangi cenâbetler bağladıysa artık...

Üstâdı tanımayan lüks apartman tekrar girdi araya:

- Ay ne diyo bu ya! Rükû ne, secde ne? Bir de kalkmış bize çürük mü diyor?

O kadar ilim irfan ehli görmüş konak devam etti, bu gün onun günüydü:

- Ahşap ev daha dayanıklı olduğu için ABD`deki evlerin yaklaşık % 90`ı ahşap olduğunu bilmezsiniz tabii. Büyükada’daki Rum Yetimhânesi, dünyadaki en eski ve en büyük 3 ahşap binâdan biridir. 8 katlı bir binâ kadar yüksek ve 100 metre uzunluğunda olan bu bina tam 100 yıldır sapasağlam ayaktadır. Ahşap binâlar hafif olduğu için kolay kolay çökmez. Beton ise ahşaptan 5 kat daha ağırdır. Zaten bir depremde ölüm sebebi de, betonun ezici ağırlığıdır. Depremde hasar gören betonarme bina için yapılacak en akıllık iş, yıkmaktır. Ahşap binânın ise hasarlı parçaları değiştirilip tamir edilebilir.

Komşularının asâletsiz ihtişamları tez sönüverdi, temelsiz yükseklikleri küçüldü gitti. Kimseden itiraz gelmiyordu. Bir tanesi acziyet içerisinde son çıkışını yaptı:

- Bizden sağlam olsan bile, değişen bir şey olmayacak, bizden önce yıkılacak olan sensin. Senin devrin sona erdi, artık tarih oldun, bütün sağlamlığın ile yıkılacaksın hem de.

Üstâdın konağı acı bir tebessüm ile sükûtu tercih etti cevap olarak. Bu münâkaşadan bir iki gün sonra, bahçesinde farklı bir hareketlilik vardı. Önce bir iki taksi geldi, daha sonra da iş makineleri. Bir de ırgat suratlı kalantor bir müteahhit…

Bir zamanlar, bir tatlı huzur almaya gelenlere huzurun binbir çeşidini ikrâm eden köşk, İstanbul’u sevmeyen ve dolayısıyla aşkı anlamayan apartman kafalı adamlar tarafından yıkılıyor, suya düşen hayallerle birlikte eski zamanlar da bir bir eriyip gidiyordu. Batan günle birlikte uğursuz bir gün sona ererken, etrafı bir dumandır kapladı. Şarap renkli değil… İnşaat makinelerinden mütevellit, bildiğin eksoz dumanı… Yıkılıyordu; duâlar etti. Bir zamanlar odalarında çarpan mümin gönüllerin şevkiyle duâlar etti: Beni bu ruhsuz binâlar ile birlikte olmak sefâletinden kurtardığın için sana şükürler olsun Allahım. Yâ Rabbi ne olur, beni bir köşk olarak cennetine kabul et.

Hayata açılan pencerelerini duâlarla kapattı. Ebedi bir hayata açılmak üzere…


Harun Kırkıl'ın Yazısı.