İmam Gazâlî akaid, kelam, fıkıh, tasavvuf, felsefe gibi temel alanların hemen hepsini farklı bir mecraya sokmuş; bütün bu sahalarda yepyeni bir süreci başlatmıştır. Mesela, İslami ilimler metodolojisinde, özellikle fıkıhta Gazâlî’den sonra mantık önemli bir yer tutmuş; “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” ifadesi temel bir prensip olarak yerleşmiştir.

İnsanların hayatı genellikle inişli çıkışlıdır. Sözünü ettiğimiz kişiler eğer büyük insanlar, ilim, düşünce ve eylem adamlarıysalar bu iniş çıkışlar çok daha çetin ve belirgindir. Onlar tabir caizse duramazlar yerlerinde, hep bir arayış içinde, her zaman bir yeniliğin peşindedirler. İçin için yer bitirirler kendilerini, coşkun bir ırmak gibi o taştan bu taşa vururlar başlarını. Bir türlü tatmin olmaz, ne zihinleri ne gönülleri. Hep ihtilaçtır yaşadıkları, fikir çilesidir çektikleri.

Bu sancılar, bu çile ve ihtilaçlar çoğu zaman yeni doğumların habercisidir aslında. Belki tarihe yön verecek yeni bir düşünce ufku; belki kitleleri peşinden sürükleyecek, asırları ardına takacak bir eylem biçimidir. Müspet ya da menfi; bu, o kişinin içinde bulunduğu toplumun değer ve şartlarına, yaşayış biçimine ve beslendiği kaynaklara göre değişecektir.

Bu tür insanlar tarihin her döneminde olmuştur. Sayıları öyle çok değildir belki, ancak onlar sadece kendi toplumlarına değil insanlık tarihine yön vermişlerdir. Eflatun’dan Mevlana’ya, İbn Arabi’ye, Aristo’dan İbn Sina’ya, İbn Rüşd’e, İbn Haldun’dan Marks’a, Fatih’ten Gandi’ye, Aliya İzzetbegoviç’e pek çok isimden söz etmek mümkündür.

***

Ancak biz, yaklaşık bin yıldır İslam dünyasını etkisi altında tutmuş bir âlim mütefekkirden söz edeceğiz. Böyle bir mütefekkir İslam dünyasında da dünya tarihinde de çok az çıkmıştır. Sayıları yüzleri bulan eserleri, hâla okunmaya, okutulmaya devam edilmekte; çoğumuzun kütüphanelerinde ilk sırada bulunmaktadır. Müspet ya da menfi; fikirleri üzerindeki tartışmalar sürüp gitmektedir. Onu ortaya koyduğu düşünce sistemiyle bir müceddid modeli olarak görenler olduğu gibi, hür düşünceyi boğan bir günah keçisi(!) olarak görenler de vardır.

Evet, İmam Gazâlî’den (1158-1111 m.) söz ediyoruz. Onun İslam dünyası ve düşüncesinde nasıl bir etki bıraktığına girmeden önce, fikir çilesi ve hayat serencamına girmek istiyoruz biraz. Aslında el-Münkızü mine’d-dalâl adlı kitapçığında bir bütünlük içinde anlatıyor düşünce hayatını. Oradan onun hakikati arayış sürecini ana başlıklarıyla takip edebiliyoruz.

İmam Gazâlî’nin hayatını üç merhalede değerlendirmek mümkün. Öncelikle kendini her şeyiyle ilme adamış bir ilim adamı çıkıyor karşımıza. Doymak bilmeyen öğrenme arzusu, parlak zeka ve hafızası, araştırmacı ve sorgulayıcı kişiliği, münazaracı ve şüpheci mizacı… Bütün bunlar onun çok genç yaşta göz dolduran bir konuma yükselmesini sağlıyor. Şöhreti İslam dünyasını alıp yürüyor. İlmi yetkinlik ve yüksekliği Selçuklu baş veziri Nizamülmülk’ün dikkatlerinden kaçmıyor. Bağdat Nizamiye Medresesine baş müderris olmaya kadar gidiyor bu. (1191 m.)

Bizzat kendisi, ilk gençlik yıllarından itibaren engin düşünce denizinin derinliklerine korkmadan, cesaretle, suyun en bulanık yerlerine daldığını söylüyor. Böylelikle hakkı batıldan sünneti bidatten rahatlıkla ayırıp bütün problemleri ortaya koyuyor. Eşyanın hakikatine ulaşma arzusunu hep taşıdığını ifade ediyor. (el-Münkız s. 22)

İşte bu karakteristiğinin bir sonucu olarak İmam Gazâlî, bir vadiden öbür vadiye derin araştırmalara-incelemelere dalar. Önce Kelamcıları araştırıp bu sahada kitaplar yazar. Kendi maksadını gerçekleştirmek bakımından Kelamcıların yetersiz olduğunu görür. Ardından dönemindeki felsefe kitaplarını okuyup felsefenin hakikatini öğrenir. Felsefecilerin gayelerini anlattığı, Mekâsıdü’l-felâsife’yi yine onların çelişkilerini anlattığı ve kıyasıya eleştirdiği Tehâfütü’l-felâsife’yi kaleme alır. Daha sonra Batıni(Şii-Alevi) hareketleri araştırır. Zira bu hareketler İslam dünyası için ciddi bir tehdit oluşturmuş, onların sapkın fikirleri her yerde yayılmıştır. Gazâlî, bu fitnenin önünü alabilmek için Kıstâsu’l-müstekîm, Huccetü’l-hak gibi kitaplar yazmıştır.

Ardından tasavvuf yolunu araştırmaya koyulur. “Tasavvuf yolunun” der, “öğrenmek, işitmekle elde edilebilecek her şeyini tahsil ettim. O zaman açıkça öğrendim ki, sufilerin en önemli özelliği öğrenme yoluyla ulaşılamayan ancak tadarak, yaşayarak ve kötü sıfatları iyi sıfatlarla değiştirerek varılabilen özelliklerdir.”(el-Münkız s. 84)

Bu araştırmalardan sonra bütün fikriyatı alt üst olur üstadın. İç dünyasında bir tatminsizliktir başlar; ruhi ihtilaçları artar. Kendi durumunu düşünür bir taraftan. Her tarafını dünya meşguliyetlerinin kapladığını, en sevdiği ders verme işini bile halisane bir niyetle, Allah için yapmadığını görür. Yani bir uçurumun kenarındadır. Cehennem çukuruna doğru yuvarlanmak üzeredir. Artık sufilerin yolunu tutmaya; onlardan öğrendiklerini bizzat yaşamaya kesin karar verir. Çünkü kendini yanlış yoldan kurtaracak hakikati(el-münkızü mine’d-dalâl) bulmuştur. İçinde bulunduğu ortamdan çıkıp gitmeyi denerse de uzunca bir süre başaramaz bunu. Bu arada buhranları artar, ders veremez olur, adeta ağzı kilitlenir.

Nihayet zoru başarır ve sahip olduğu makam mevkii bırakır; ailesi ve kendi maişeti dışındaki malını dağıtarak Bağdat’ı terk eder. Şam’da iki yıl kalır. Derin bir inziva hayatına girer. Kendi ifadesiyle, kalbini Allah’ın zikriyle arındırmaya, ahlakını güzelleştirmeye, nefsini terbiye etmeye çalışır. Bu uzlet hayatı Kudüs-Mekke-Medine güzergahında devam eder. Hac farizasından sonra memleketine döner. Ancak bu uzlet hayatı orada da sürecek on bir yılı bulacaktır.

Bu arada eser telifine devam etmiş, İhyâu ulûmi’d-din projesi de çoktan başlamıştır. Yani bu, sadece devasa kitabının adı değil; külli bir ihya-ıslah hareketinin de ismidir. Evet, ihya “tekrar canlandırmak, diriltmek” anlamındadır. O dönemde adeta can çekişen, üstü küllenmiş bir İslami düşünce, İslami hayat söz konusudur. Gazâlî tekrar ders vermeye başlama kararını açıklarken etrafını kara bulutlar gibi yanlış inanç ve dini yaşantıların kapladığını anlatıyor. Artık daha fazla kendi köşesinde kalamayacağını düşünüyor. Yeni bir soluk, yeni bir diriliş lazımdır yani. Bu da düşünceden başlayıp hayatın bizzat kendisine doğru giden bir süreçtir.

Hakikati bulmuş olmanın verdiği itminan ve kendine güvenle tekrar hayat sahnesine çımaya karar veriyor. Şimdi çıkmalı, kara bulutları dağıtmalıdır. Halkı içinde bulunduğu yanlış yoldan kurtarmalıdır(el-münkızü mine’d-dalâl). Bunu yapabilecek olan kendisidir, çünkü hemen her yanlış düşüncenin kökenine inmiştir; onlarla nasıl mücadele edileceğini bilmektedir. Ne yapacağının ve nasıl bir ihya ve ıslah hareketine soyunduğunun çok iyi farkındadır. Böylelikle yeni bir ruh yeni bir heyecanla derslere, ilim mahfillerine geri döner. Şimdi amacı şan şeref değil, sırf Allah rızası için insanlara hakiki saadet iksirini sunmak; rayından çıkan İslam düşünce ve dini hayatını doğru ölçüye kavuşturmaktır.

***

Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri kitabında şöyle bir tespite yer veriyor: “Bütün İslam tarihinde din anlayışı bakımından Peygamber’den sonraki en önemli dönüm noktasının Gazâlî olduğu söylenir. Hatta bu hususta oynadığı rol bakımından ona ‘Peygamberden sonraki en büyük Müslüman’ diyenler bile vardır.”(s.66)

Bu tespit ilk bakışta abartılı gibi gözükebilir; ama hiç de öyle değildir. Gerçekten İmam Gazâlî akaid, kelam, fıkıh, tasavvuf, felsefe gibi temel alanların hemen hepsini farklı bir mecraya sokmuş; bütün bu sahalarda yepyeni bir süreci başlatmıştır. Mesela, İslami ilimler metodolojisinde, özellikle fıkıhta Gazâlî’den sonra mantık önemli bir yer tutmuş; “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” ifadesi temel bir prensip olarak yerleşmiştir. Felsefe, iddia edildiği gibi boğulmamış, Yunan düşüncesinin tasallutundan kurtulmuş, gerçek hüviyetini kazanarak -kimi zaman farklı disiplinler altında- devam etmiştir.

Özellikle tasavvuf Batınî (Şii), hatta İslam dışı bir noktaya sürüklenmekten kurtulmuş, Sünni İslam’ın bir paçası olmuştur. O dönemden sonradır ki sufilik alimlerin desteğini almış, âlim-sufilere ve sufi-âlimlere çokça rastlanır olmuştur. Belki zikre değer en önemli nokta, tasavvufa dayalı Müslümanlığın Doğu’da ve Batı’da milyonlarca insanın kısa zamanda İslam’a girmesinde büyük rol oynamış olmasıdır. İbn Arabi, Mevlâna gibi sufi düşünürler de Gazâlî’nin açtığı çığırda neşvü nema bulan dünya çapındaki simalardır.

Peki, İmam Gazâlî’nin siyâsi sahnede nasıl bir rolü olmuştur? Bunun cevabını da Dücane Cündioğlu veriyor. Ona göre Selçuklu ve Osmanlı idareci ve âlimleri İslam dünyasının ilmi, siyasi, sosyal ve iktisadi iktisadi birliği için Gazâlî’nin İhya projesini kendilerine dayanak yapmışlardır. “İslam dünyasının İmam Gazâlî sonrasında metafizik bütünlüğünü yenilemesi veya ilmi sürekliliğini kuvvetlendirip derinleştirmesi bir yana, siyasi ufkunun onu Viyana kapılarına taşıyacak raddeye ulaşması da hiç mübalağa etmeden söylüyorum, İmam Gazâlî’nin bu siyasetin merkezine alınması sayesinde gerçekleşmiştir.”( Keşf-i Kadîm, s. 20)

Bu gün de onun tesirleri bütün canlılığı ile devam ediyor; edecektir de. O’nun eserleri ve mücadelesi bize hem İslam’ın hakiki hüviyetini gösterecek hem de yeni bin yılda nasıl açılımlar-atılımlar yapabileceğimize dair ilhamlar verecek. Yani modern dünyada İmam Gazâlî’nin bize söyleyeceği; ondan öğreneceğimiz çok şey var daha!


Mesut Kaya'ın Yazısı.