Neyzen Mehmed Emin Dede
İbrahim Refik
4 Mart 1883`te fanî dünyaya gözlerini açan Neyzen Emin Dede, neyiyle, âlemi kuşatan `büyük sır`rın aşkını terennüm eden yüreği yanık aşıklardan biridir. Bu dertli aşık, neyzenliğinin yanında bestekarlığı ve hattatlığı da bulunan yakın tarihin üstü örtülü kalmış sanat adamlarından biridir.
Emin Efendi, her çocuk gibi biraz serpilince mektep hayatı başlar. Önce Sirkeci Mekteb-ibtidaîsini, sonra Tophane`de Fevziye Rüşdiyesini ve ardından da Vefâ İdâdisini bitiren bu çalışkan çocuk, daha sonra Mekteb-i Hukuk-ı Şahane`ye kaydolur. Hukuk fakültesinde okurken aynı zamanda da Süleymaniye Medresesi`nde Hoca Nuri Efendi`nin derslerine devam eder. Fakat ne hikmetse ikisini de bitiremez. 1902`de Posta ve Telgraf Nezareti mektubî kaleminde müsevvid olarak vazifeye başlayan Emin Efendi, Birinci Dünya Savaşı yıllarında da Erkan-ı Harbiye Harita şubesi matbaasında hattatlığa imtihanla kabul edilir. Rüşdiye`de okurken bir taraftan da hat dersleri alır. Henüz çocuk denecek yaşta olmasına rağmen muazzam bir öğrenme aşkı ve heyecanına sahip olan genç Emin, aynı zamanda mûsikîde de benzersiz bir kabiliyete sahiptir. Bu yeteneğinin çiçek açması için Allah karşısına Aziz Dede`yi çıkarır. O Aziz Dede ki, sabah ezanından sonra Dolmabahçe`de üflediği ney`in sesinin Üsküdar`da işitildiği rivayet edilen neyzendir. Aziz Dede`nin ney`ini dinleyince mest olan genç Emin, bu işe heves edip ney üflemeye başladığında on üç-on dört yaşlarındadır. Çok titiz bir kişiliğe ve kuvvetli bir musiki aşkına sahip olan genç Emin’in, bir gün Aziz Dede`den meşk ettiği iki satırlık bir terennümü aynen çıkarabilmek için evlerinin çatı katında sabaha kadar ney üflediği rivayet edilir. Genç Emin, öğrenme aşkı ile yanıp tutuştuğu bu günlerin birinde, Aziz Dede`ye uğradığında hırkasını çıkarırken yeninden alafranga nota sayfaları yere saçılır. Aziz Dede notaları görünce “Bu ne?” diye haykırıp genç talebesine hatırı sayılır iki tokat aşkedip huzurundan kovar. Ama Emin Efendi sadıklardandır. Öyle bir iki tokatla hocasına küsüp ihanet edecek biri olmadığını göstermek isteyen bu genç sanat aşığı, dile kolay tam dokuz ay Aziz Dede`nin Üsküdar`daki evine gidip kapısında bekler. Aziz Dede, kapısı her çalınışında pencereden bakar, gelenin Emin olduğunu görünce kapısını sürmeler. Ama Emin Efendi pes etmez. Taptuk Emre`nin ayaklarının altına yatan Yunus`un, şeyhinin “bizim Yunus mu?” demesini beklemesi misali, o da, İstanbul`un iliklere işleyen dondurucu soğuğunda Dede`nin açılmayan kapısının önünde sabırla bekler. Aziz Dede, sonunda bu sadık talebesinin üşütüp hasta olmasından endişe ederek öğrencisini içeri alıp affeder. Bir eseri notaya almakla meşk ederek ezbere almak arasındaki farkın şuurunda olan Aziz Dede`nin bu davranışının ardında, geleneği bir sonraki nesle hocalarından devraldığı saflıkta aktarma arzusunun yattığı muhakkaktır.
Eski sanatkârların hayatlarına bakıldığında, bunların hemen hepsinin aynı zamanda mükemmel birer ahlâk adamı olduğu görülür. Bildiklerini öğretirken maddî karşılık yerine samimiyet, kabiliyet ve öğrenme aşkı bekleyen bu tecrübeli üstadların, zaman zaman tilmizlerinin ciddiyetini test etmek için bu gibi imtihanlara tabi tutmaları yüzyıllardır süregelen kadim geleneklerdendir.
Aziz Dede`den ney öğrenerek Galata Mevlevihânesi neyzenleri arasına katılan Emin Efendi`ye, Kulekapı Mevlevihanesi Neyzenbaşısı Hakkı Dede`nin 1918`de vefatı üzerine “dede” unvanı verilerek neyzenbaşılığa getirilir. Diğer dergâhlardaki ayinlerde de bulunması arzu edilen Emin Dede, dergâhların 1925 yılında kapatılmasına kadar bu vazifesini sürdürür. Aynı tarihlerde Darülelhan`da da ney hocası olarak görev yapıp talebe yetiştiren Emin Dede`nin bu vazifesi, 1926 yılı sonlarında, Darülelhan`ın adının Türk Musikisi Konservatuvarı olarak değiştirilip Türk Musikisi bölümünün kapatılmasıyla sona erer. Yeni Türkiye`nin yönünü Batı`ya dönmesine parelel olarak tekkelerin ve Darülelhan`ın Türk Musikisi bölümünün bir yıl arayla kapatılması Emin Dede`yi oldukça etkiler. Ard arda gerçekleşen bu değişim rüzgarları zor günlerin habercisidir. Sinesini herkese açıp, her daim birşeyler verme aşkı ile yanıp tutuşan Emin Dede, artık yapayalnız evindedir. Hocalığı, neyzenbaşılığı ve memurluğu sona erdiğinden kalan ömrünü dostlarına ve kendisinden ney öğrenmek isteyen gençlere vakfeden Emin Dede, kapısını herkese açar, kimseyi geri çevirmez. Bir feyz çağlayanı olan bu muhterem neyzen, kapısına gelen nağme aşıklarına, ilminin ve sanatının bütün inceliklerini sabırla öğretir. Üstad, ince Mevlevî terbiyesi, çile sabrı ve ermiş tahammülüyle talep eden herkese ney`in nasıl üfleneceğini anlatır ve kimsenin şevkini kırmaz. Neyzen Hacı Emin Dede`nin bu emekleri karşılıksız kalmaz ve bir okul vazifesi gören ihtiyar konaktan birbirinden değerli birçok neyzen yetiştirir. Neyzen Hacı Emin Dede, ney edebiyatımızda “neyde tekke ya da Aziz Dede tavrı” olarak bilinen ney tavrının kilometre taşlarından olup bu konuda pîr-i sânâdir. Çıraklarından Dr. Emin Kılıç Kale onun ney üfleme tavrından söz ederken şöyle der: "Emin Dede meşk esnasında öyle aşeyranlar üflerdi ki şaşkınlığımdan ney elimden yere düşerdi." Hafız Sadettin Kaynak da hatıralarında, Emin Dede`nin ney üflemede çok kudretli olduğunu belirterek; "çaldığı zaman bir kaç neyin birden çaldığı zannedilirdi" demektedir.
Yine Kaynak`tan naklen öğrendiğimize göre; Emin Dede, ney üflemede fevkâlade mahir olmasına rağmen hocası Aziz Dede`den bahsederken, "hayatımın sonuna kadar meşkine devam etsem, yine de Aziz Dede`nin talebeliğinden ileri gidemem" diyecek kadar da tevazu sahibidir. Hafız Sadettin Kaynak`ın, hocası Emin Dede ile ilgili anıları arasında bir Macar müzisyenle ilgili olanı vardır ki, kulak medeniyetinin çocukları olan bizlere yitiğimizin değerini anlama hususunda olduça önemli dersler verir.
Kaynak, beraberindeki altı arkadaşı ile birlikte bir Cuma günü, Galata Mevlevihanesi`nde Dede Efendi`nin Ferahfeza Âyini`ni okurlar. Âyinde, Emin Dede ile birlikte sekiz de neyzen bulunmaktadır. Sonrasını Hafız Kaynak şöyle anlatır: “Bir müddet sonra, mukabelede ecnebiler (yabancılar) mahfilinde bulunan bir Macar müzisyen odaya geldi. Tercümanı vasıtasıyla ilk önce görüşmek arzusunda olduğunu söyledi. Emin Dede ayağa kalkarak `Buyurun, buyurun, sandalye getirsinler` diye telâş gösterdi... Macar müzisyen hocanın ellerine sarılarak şunları söylüyordu: `Ben bugün Türk Musikisinin şaheserini buldum. Aman, ne olur! Yukarıda okuduğunuz şeyin notasını bana verin. Bir kitap yazıyorum. Bütün dünya milletlerinin musikilerinden bir parçayı bu kitabıma dercedeceğim (koyacağım). Türk Musikisi için de bu âyini koymak isterim... Bu nasıl musikidir? Bu musikî değil, adeta bir mucizedir! Bu derece kuvvetle ruha hitap eden bir eser daha dinlemedim.`”
Birçok sırrını beraberinde ebediyet âlemine götüren Emin Dede`nin pek bilinmeyen yönlerinden biri de hattatlığıdır. Oysa hüsn-ü hatta da birinci sınıf bir sanatkârdır. Fakat o, ağabeyi Hattat Ömer Vasfi Efendi`ye hürmeten hayatı boyunca bu tarafını hiç ön plana çıkarmaz ve bu sahada çizgisini devam ettirecek talebe yetiştirmez. Refii Cevad Ulunay`ın anlattığı şu hadise, Emin Dede`nin bu konuda ne kadar yetenekli, yetenekli olduğu kadar da prensiplerine bağlı bir erdem süvarisi olduğunun açık delilidir: Rivayete göre Sâbık Mısır Kralı Birinci Fuad, babası Hidiv İsmail Paşa`dan kalan Hâfız Osman hattı bir Kur`an`ın eksik sayfalarını tamamlatmak ister. Birçok hattatı dolaştıktan sonra başvurduğu Reisülhattatin Kâmil (Akdik) Efendi, bu zor işi ancak Emin Efendi`nin başarabileceğini söyler. Bütün eski hattatların yazılarını asıllarından asla fark edilemeyecek bir ustalıkla yazabilen Emin Efendi, işi bir şartla kabul edebileceğini bildirir. Yazdığı sayfaların bir tarafına imzasını koyacaktır. Birinci Fuad razı olmaz ve imzasını koyma şartını kaldırdığı takdirde teklif ettiği bin lirayı iki katına çıkarabileceği haberini iletir; fakat Emin Efendi “Ben bir hattatım, sahtekâr değil. Hattımı Hafız Osman merhumun rûhunu rencide edecek surette istismar etmem ve ettirmem. İki bin değil, on bin verseniz dahi imzasız yazmam!” diyerek oldukça yüklü bir meblağı şiddetle reddeder.
İnsanın yaratılmışların en şereflisi olduğunun şuuruyla hareket eden Neyzen Emin Dede, ancak güzel bir şey söylemek, değerli birşey öğretmek için konuşan, boş laftan hoşlanmayan ve verimsiz geçen dakikalara israf nazarıyla bakıp acıyan biridir. Bu fânî dünyada üzerine düşen rolü hakkıyla oynama gayreti içindeki bu neyzen, emsaline nadir tesadüf edilen bir ahlak âbidesidir. Bir sabah yolda yürürken yüklüce bir para bulan bu derviş adam, bundan oldukça rahatsız olur. Nereyi araştırdıysa da sahibini bulamaz. Son çare olarak gazeteye ilan verir. Yine de sahibi çıkmayınca parasını cebinden vererek tuttuğu bir araba ile Darulaceze`ye götürüp teslim eder ve rahat bir nefes alır.
Birçok sırrını beraberinde ebediyet âlemine götüren Emin Dede`nin pek bilinmeyen yönlerinden biri de hattatlığıdır. Oysa hüsn-ü hatta da birinci sınıf bir sanatkârdır. Fakat o, ağabeyi Hattat Ömer Vasfi Efendi`ye hürmeten hayatı boyunca bu tarafını hiç ön plana çıkarmaz ve bu sahada çizgisini devam ettirecek talebe yetiştirmez.
Tanburi Cemil Bey, bu ahretlik adama bir gün: “Gel seninle Mısır`a gidelim. Orada altı ay kalırsak, ömrümüzün sonuna kadar rahat yaşayacak dünyalık kazanırsınız.” teklifinde bulununca, dünyalıkla alakası olmayan bu yürek zengini adamdan elbette ki olumsuz cevap alacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur adlı romanında, Emin Dede`yi bir tip olarak tahlil eder. Tanpınar`ın bu romanındaki karakterlerden biri dışında tümü, kurmaca karakterlerdir. Sadece Emin Dede, gerçek adı ve kimliğiyle romanda bir karakter olarak görünür. Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur`unda, Mevlevî terbiyesinin Emin Dede`de ferde ait her şeyi sildiğini, âdeta “bir nevi hüviyetsizliğin içinde” erittiğini söyler. Tanpınar, “ebediyet yıldızı” diye tarif ettiği Emin Efendi`den romanında: “Emin Dede bir medeniyetin en yüksek cihazı olarak kendisini seçtiği insanlardandı. İşte o budur, bütün mazi hazinelerinin son bekçisi, kafası altı asrın uğultulu kovanı olan ve nefesinde bir medeniyet taşıyan insan budur. Emin Dede maddesinde ve medeniyetinde gizli bir adamdı. Hatta aramızdan el ayak çekmiş bir âlemin son ışıklarını muhafaza ettiğini, bir nevi zengin hazinedarı olduğunu dahi göstermiyordu. Ondan bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa hatta bir Abdulkadir Meragi hülasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündür.” diye bahseder.
1934`te çıkartılan soyadı kanununda “yazıcı” soyadını seçen Emin Dede, ağabeyi hiç evlenmemesine rağmen hayatının son yıllarında evlenir, fakat hiç çocuğu olmaz. Yüksek tansiyon illetinden muzdarip olan Neyzen Hacı Emin Dede 1943 yılında geçirdiği felç sonucu yatağa düşer. Meflûç halde bir buçuk yıl yaşayarak ağır bir imtihan geçiren Emin Dede, 3 Şubat 1945 cumartesi günü saat 12.30`da, talebelerinin kolları arasında gözlerini kapayarak Hakk`a yürür. Ertesi gün, dostlarıyla hayranlarının elleri üstünde Tophane rıhtımına, oradan da bir motorla Eyüpsultan`a götürülerek ağabeyi Ömer Vasfi Efendi`nin yanında toprağa verilir.
Vefatına düşürülen tarihlerin en güzeli Hezarfen Necmeddin Okyay`ın kaleminden çıkar. Okyay, Emin Dede`nin vefatına üç farklı dilde üç tarih düşürür: Türkçe: “Hattat Emin Dede Gülzâr-ı Adne girdi. 1364” Arapça: “Femâte Hattat Emin El-Mevlevi (Hattat Emin El-Mevlevi vefat etti) 1364”, Farsça: “Reft Neyzen Emin Dede. (Neyzen Emin Dede cennete gitti) 1364” Mütevazı bir hayat serüveninden sonra bir garip yolcu gibi bu dünya bahçesinden geçip giden, giderken de ardında gök kubbede çınlayan sırlı nağmeler bırakan bu toprağın sessiz sesine Rabb-i Rahimimiz`den rahmet diliyoruz.
GENÇ'ın Yazısı.