Vakta ki bu toplumun ulu hocaları, ermişleri, akil kişileri vardı. Topluma onlar yön verir; mekteplerde, medreselerde, tekkelerde, camilerde, köy odalarında onlar konuşur; insanları, erdeme, iyiliğe, güzelliğe teşvik ederlerdi. Onlar şifahi kültürü bilmenin yanında kitabi bilgiye de hakim ilim irfan sahibiydiler.

Hep okumayan bir toplum olduğumuzdan şikayetçiyizdir. Gençlerimiz okumaz, orta ve ileri yaşlılarımız okumaz, eğitim seviyesi düşük olan da yüksek olan da yeterince okumaz. Okur yazarlık oranı artmış, toplumumuzda okuma yazma bilmeyen neredeyse kalmamıştır. Kitap, dergi, gazete neşriyatı –diğer milletler kadar olmasa da- iyi bir seviyeye ulaşmış, ancak okuma kültürü yine de yerleşmemiştir bizde.

Okuma kültürü bizde yerleşmemiştir çünkü sözlü kültüre sahip bir milletiz biz. Zaten yüzyıllardır şifahi kültürle beslenmiş bir toplumun kısa sürede nitelikli okuyucular olmasını beklemek abesle iştigal olmalıdır. Evet, bizde kültür kitabi olmaktan çok şifahi olarak aktarılır; masallar, türküler, şiirler, destanlar, mevlitler, ilahiler, menkıbeler hepsi bu kültürün parçalarıdır.

Ancak olayın vahim tarafı şudur ki biz okuma kültürünü toplumumuzda yerleştirmeye çabalarken, sözlü kültürümüzü kaybetmiş bulunuyoruz. Bugün için, masallarımız unutulmuş, türküler, ilahiler popüler kültürün bir parçası olmuş, destanlar, menkıbeler, mevlitler pozitif düşüncenin alaycı ayakları altında çiğnenmiş durumdadır. Okuma kültürünü yerleştiremeyen, bu arada şifahi geleneğinden de kopan toplum, bu boşluğu çoktan doldurmuş, televizyonu en büyük kültürel beslenme aracı haline getirivermiştir.

Vakta ki bu toplumun ulu hocaları, ermişleri, akil kişileri vardı. Topluma onlar yön verir; mekteplerde, medreselerde, tekkelerde, camilerde, köy odalarında onlar konuşur; insanları, erdeme, iyiliğe, güzelliğe teşvik ederlerdi. Onlar şifahi kültürü bilmenin yanında kitabi bilgiye de hakim ilim irfan sahibiydiler. Sadece kendileri okumazlar; bir insanı satırların arasında terk etmezler, halka halka okurlar, okuturlar, şerh ederler, anlatırlar, adam gibi öğretirler ve de insanlara bir ruh verirlerdi.

Çok değil bundan otuz kırk yıl öncesi evlerde, köy odalarında Hazret-i Ali Cenkleri okunurmuş mesela. Dedeler, babalar, akil kişiler, çocukları, gençleri başlarında toplar, usul usul okurlarmış. Bu, onu dinleyen çocukların dünyasında çok farklı dünyaların kapılarını açarmış. Peygamber sevgisi, ehl-i beyt sevgisi, din, iman, erdem sevgisi yavaş yavaş akarmış çocukların içine. (Maalesef ben erişemedim o bahtiyarlığa! Annemin gaz lambası ışığında anlattığı Peygamber hikayeleriyle bir parmak bal çalındıysa da ağzıma, televizyonun hayatımıza girmesiyle o büyü bozuluverdi birden!)

Hazret-i Ali Cenkleri, Battal Gazi Destanı bugün sinn-i kemale çoktan ulaşmış yazar-düşünür üstatlarımızın hayat çizgilerinde önemli bir tesir icra etmiş. Mesela Mustafa Özel, birkaç yazısında ifade ettiği gibi, ayrı bir önem atfediyor bu destanlara. O kültürün ahir dönemlerini şöyle anlatıyor: “Babamın uzun gecelerde neredeyse bütün mahalle ahalisine okuduğu cenk kitabının sayfa ortalarında manzum Hz. Ali Cenkleri, kenar kısmındaysa mensur Battal Gazi Cenkleri olurdu. Bir ondan, bir diğerinden okuturdu… Bize okunan metinlerde hep iyilik ve güzellikler vardı. Battal gibi olmak istiyorsak, biz de iyi ve güzel olmalıydık. Zalime başkaldırmalı, mazluma yardım etmeliydik. Malatyalı kahramanımız kendine örnek olarak Hz. Ali’yi, Hz. Hamza’yı, yani Peygamber Efendimiz’in ashabını ve bizzat o seçilmiş insanı alıyordu. Biz de Battal’ı örnek almakla, sonuçta Peygamberimiz’i örnek almış oluyorduk.”(Yeni Şafak, 02.10.2004)

Bu destanların geçmiş nesilleri nasıl etkilediğini görmek bakımından elbette Sezai Karakoç’un Çocukluğumuz şirini de okumalıyız: “Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü / Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman / Ali olmaktan bir sedef her çocukta / Babam lambanın ışığında okurdu / Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık / Fetihlerde bayram yapardık / İslam bir sevinçti, kaplardı içimizi / Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık / Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık. (Zamana Adanmış Sözler s. 57)

(Zavallı ben Hazret-i Ali cenkleri diye bilinen ve yüzyıllardır Anadolu’nun ruhunu besleyen bu kitapların varlığından ilk kez (1997) bu şiirle haberdar oldum. Sordum soruşturdumsa da o günlerde bir şey bulamadım. Sahi nereye gitmişti o ortasında Ali Cenkleri, etrafında Battal Gazi Cenkleri yazılı kitaplar? İşte bu yıl (2007) kitapçıda “Ali Cenkleri”nin ilk cildini gördüğümde gerçekten çok heyecanlandım. Çok şükür ki bu kültür hazinelerimiz yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor!)

Unutulmaya yüz tutmuş, Anadolu’nun Müslüman kimliğinin şekillenmesinde etkili olmuş pek çok eserimiz vardır bizim. Yine mesela Mızraklı İlmihali asırlarca insanımızın bu dini öğrenmesinde çok büyük rol oynamıştır. Bu kitap öncelikle sıbyan mekteplerinde din bilgisine başlangıç kitabı olarak talim edilmiş, evlerde, camilerde okuna gelmiştir. Sade dili, basit anlatımıyla bu eser, bugün kitlelerin, hatta yüksek dini tahsil yapmış çoğu insanın bile mahrum bulunduğu bilgileri muhtevidir.

Burada kısmen de olsa Envâru’l- Âşıkîn gibi, Müzekki’n-Nüfûs gibi dinî tasavvufî eserlerden de söz etmeliyiz. Bunlar da Anadolu’da Türkçe olarak kaleme alınan dinî tasavvufî ahlakî nitelikteki kitaplarımızdır. Bu kitaplarla bu toplumun hamuru yoğrulmuş, bunlar vasıtasıyla bu toplum İslamî kimliğini muhafaza etmiştir. Ama maalesef ki diğer eserler gibi bu eserler de cüzamlı gibi görülmeye başlanmış, bu eserler üzerinden geleneksel İslam anlayışımız dövülmek istenmiştir.

Bütün bunlarla birlikte entelektüel seviyede okunan Mesnevi gibi, Bostan ve Gülistan, Peygamberimizin hayatının anlatıldığı Şifa-i şerif gibi (Farsça-Arapça) eserlerden de söz edebiliriz. Bir de Kaside-i Bürde vardır ki, bu da en güzel naatlarımızdan biridir. Kaside-i Bürde daha çok seçkin meclislerde okunmuş, büyük hocalar tarafından tercüme ve şerh edilmiş adeta aşk şarabı gibi içilmiş bir şiirdir.

Yıllar önce bir hoca efendi hayatını anlatırken çocukluğundaki ev sohbetlerinde Kaside-i Bürde’nin okunduğunu, daha o günlerde bu şiirin hafızasına nakşolunduğunu anlatmıştı. Yüzlerce beyti bulan bu Arapça na’tın; bu na’tın okunduğu meclislerin çocuk zihninde nasıl bir iz bıraktığını bu örnekte çok güzel görüyoruz. (Keşke ben de yıllar önce Muhterem Abdullah Sıvacı hocamızın Karaman Araboğlu camiinde vermiş olduğu Kaside-i Bürde derslerinde hazır bulunabilseydim. Talihsizliğe bakın ki o da nasip olmadı bana! Neyse ki Sezai Karakoç’un o nefis Kaside-i Bürde tercümesi elimizde!)

Sözün özü kaygan bir zeminin üzerindeyiz. Popüler kültür, pozitif düşünce karşısında her geçen gün daha çok yalpa yapıyoruz. Değerlerimiz ve geleneksel kültürümüz tutunabileceğimiz en sağlam dal. Yeterli derecede okuma kültürüne sahip olamadık; bu bir vakıa. Ancak evlerimizdeki, okullarımızdaki buluşmalarımızı o kültürü canlandırmaya bir vesile sayabiliriz. Büyüklerden medet ummak nafile! Bugünün gençleri, bir tarafından tutup daha çok vakit kaybetmeden bu işi ayağa kaldırabiliriz.


Mesut Kaya'ın Yazısı.