Efsun Seda isimli okurumuz güzel bir mail yazmış. Uzun uzun anlatmış. Yazmak istiyorum ama bir türlü beğenemiyorum demiş. Daha birçok şeyler söylemiş. Yazdıklarından birazını alayım buraya. Alayım, çünkü köşemize mail gönderecek okurlarımızdan kendilerini, neler yaptıklarını, neler okuduklarını anlatmalarını istiyoruz ama bunu pek ciddiye alan yok. Oysa insan yazdığı bir fikir yazısından çok kendini anlatırken yazı ile ilgili ne durumda olduğunu ele verir. Otobiyografik eserler çoğu yazarın en güzel, en başarılı kitaplarıdır bana göre. Biraz Efsun Seda’nın cümlelerini okuyalım:

“Çok çapraz düşünüyorum çok..

Bir fikrim geliyor, başka fikrim onu çürütüyor, sonra diğeri onu ve devam edip gidiyor.

Böyle olunca da zihnimi ne toparlayabiliyorum ne ortaya elle tutulur gözle görülür bir şey koyabiliyorum.

Yazı yazmak istiyorum. Çokk..

Hem Genç için hem Cafcaf için iyi bir potansiyel olduğumu söylüyorlar. Herkesten yazmam hususunda tavsiyeler (ısrarlısından) alıyorum.

Ama o benim mükemmeliyetçi yapım var ya!! Hiç bir şeyi beğenmiyor.

Hangi konuyu işleyecek olsam aklıma neredeyse sınırsız fikir üslup kelime vs.. geliyor. Ama puzzle parçaları gibi yerini bulmam çok zor oluyor. Sonra da beğenmiyor siliyorum zaten.

Mesela şu an elimde hiç somut bir şey yok. Neden? Görmeye tahammül edemiyorum.” Bence içinden geldiği gibi yazmalısın Efsun Seda. Ve yazman gerektiğine inandığın şeyleri yazmalısın. Bu süreçte kitap eleştirileri, yazar eleştirileri yazmak, günlük yazmak çok iyi bir yol açıcı olabilir. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak isimli harika günlük kitabını bilirsin. Zarifoğlu o kitapta adeta çılgın bir küheylandır.

“Küheylan bir aşık ol” der ya bir şiirinde, orada kendisini söylüyor gibidir hep. Ben böyle anlarım bu dizeyi.

Rasim Özdenören Zarifoğlu’nu son günlerinde hastanede bir ziyaretini anlatırken tam da bu minvalde bir cümle aktarır: “Dağlarda çılgınca koşan bir tay olmak isterdim.” Yazar biraz böyle bir şeydir. Kendisinden bekleneni değil, kendi yazmak istediklerini yazar. Kimseye borçlu değildir, olmamalıdır yazar ama yine de toplumu için gereken ne ise onu en iyi, en artist, en alımlı şekilde yapan da o olacaktır.

Serbest başı bağlı demektir!

Halil Atik sağ olsun, yılmadan şiirlerini gönderiyor bize. Çok alıngan birisi değil anlaşılan. Yazı işinde havadan nem kapmayacaksın sevgili okur! Serbest şiire karşı çıkan kimileri “kelimeleri öyle rast gele dizmenin şiir olmayacağını” söylerler (Aslında “rast gelme”nin anlamını İsmail Kara Hocadan okumuş olsalardı kelimenin tam da onların sevdiği, seveceği bir anlamı olduğunu hissederler ve böyle demezlerdi!)

Sözü uzatmayalım, yine de maksatlarını anlıyor ve diyoruz ki serbest şiir yazmak isteyenlerin de dikkat etmeleri gereken kurallar vardır. Öncelikle ajitasyon yapmanın şiir yazmak olmadığı bilmek gerekiyor.

Serbest şiirde de bir kısım ses sanatlarının, söz sanatlarının kullanıldığını bilmek gerekiyor. Ve hepsinden önemlisi yazılan şiirin özgün olmak zorunda olduğu mutlaka ve mutlaka bilinmelidir. Ayrıca Farsça bir kelime olan serbest başı bağlı anlamına gelir!

Ben elhamdülillah şiir yazmıyorum, Allaha şükür şair değilim (şairliğin ne zor bir yük olduğunu bilirim de o yüzden bu yük sırtıma binmedi diye sevinirim) ama şairleri severim. İyi şiiri de severim. Heceyle yazılmış bir şiiri de severim ama güzelse, özgünse; aruzla yazılmış şiiri de severim, hatta Lautreamont’un düz şiirlerini de severim. Düz şiir yani düpedüz şiir! Şöyle bir bakınca düz yazı zannediyorsunuz ama okuyunca şiir olduğunu görüyorsunuz. Kesinlikle sulu göz değil ama okuduklarınız!

Evet, düz şiir, aruz şiir, hece şiiri, serbest şiir; hepsinden severim. Yeter ki harika olsunlar, eşsiz, benzersiz olsunlar! Elbette bilirim aruzla şiir söylemenin kolay olmadığını, nasıl bir ustalık istediğini. Ama tarih hastalığına da tutulmamak lazım! Hani Mehmet Selimoviç’in o ne de güzel bahsettiği tarih hastalığı… Halil Atik bizi buralara getirdi bir şekilde. Atik serbest şiir yazıyor ama bence dikkat etmesi gereken bir şey var!

Kuyudan çıkmak lazım!

“Kör kuyular, ışıklar, gözler, duygular, hücreler, hayaller, dalgalar, hüzünler, nağmeler, aşıklar, aşklar, hatıralar, güzellikler, şarkılar, sözler, yıldızlar, yollar, dizler, diller…” Bunlar şiirinden seçtiğim çoğul ifadeleri bir kısmı. Bunlarla ilişkisini tekile indirmeli! İnan o zaman hayat daha da belirginleşecek Halil Kardeş, daha da kolaylaşacak.. Ve daha iyi bir şiir yazmış olacaksın. Karşına çıkan varlıkları böyle çoğaltmamalısın! Onlarla icabında Donkişot gibi tek teke vuruş ama tek teke! Onları çoğul yaparsan darbenin nerden geleceğini kestiremezsin! Hangi darbenin? Hayatla ilgili darbenin, şiirine gelen darbenin…

Dünyanın iyi şiirlerini okumalıyız Halil Kardeş. Şiirde dize kurmak neyin nesidir, imge ile aramız nasıl olacaktır, özgünlük nasıl yakalanır, bunların farkına varmak için iyi okuma yapmak lazım. Yazığın şiir öyle bir şiir olmalı ki onu sadece sen yazmış olmalısın. Bu olmadıkça iyi bir şiir, güçlü bir şiir ortaya çıkmaz. Şirinini giriş bölümü problemli bir girişe sahip:

“YAŞA(N)MALIYDI AŞK...

Issız bir gecede, kör kuyularda

Gözlerimi yansıtıyorum

Yüreğimin aksini izliyorken gözlerimde

Aşkın lâfzını heceliyor tüm ışıklar...

Nurun yansıması var ayın hücrelerinde...

Ve bir ok gözlerde...”

Şiire hemen hemen böyle giren yüzlerce, binlerce insan vardır diye düşünüyorum. Oysa sadece sen girmelisin şiire. Kimse senin gibi girememeli!

Şiirle düzyazıyı nasıl ayırırız?

Aynur Ceylan isimli okurumuz kaybettiği babasına özlemini anlatan bir yazısını göndermiş. Kısa, hisli cümlelerden kurmuş yazısını. Kaybedilen baba ile ilgili bir şiir ile bir yazı arasında ne gibi farklar olabilir, bunu düşünmek neyin şiir neyin şiir olmadığını bize bir miktar gösterebilir.

Şimdi Ceylan’ın yazısından bir bölüm alalım:

“Ah... babacığım nasıl özlüyorum seni. Bir bilsen, hemen her gece rüyalarımda hasret gideriyorum. Ama yetmiyor. Yeter mi hiç. Uyanınca bitiyor her şey. Yine aynı elem dolu hisler.. Dokunamıyorum saçlarına ellerimle. Doyasıya kucaklaşamıyorum seninle. Her yerde senin yokluğun. Şimdilik de olsa alışamıyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Hayatın çizgisi de öyle. İnsanlara odaklanmış bir yol ile. Benim de yaşantımdan teğet geçiyor o yol. Meğer ne zormuş hayata tutunmak. Babamın vuslatı ile yanmak Sanki bir yanım hep yarım. Kalbimin canımın parçası babam! Nereye baksam onu görüyorum. Siması gitmiyor gözümün önünden.”

Bir de Cemal Süreya’dan Sizin hiç babanız öldü mü şiirini alalım:

“Sizin hiç babanız öldü mü

Benim bir kere öldü kör oldum

Yıkadılar aldılar götürdüler

Babamdan ummazdım bunu kör oldum

Siz hiç hamama gittiniz mi?

Ben gittim lambanın biri söndü

Gözümün biri söndü kör oldum

Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak

Şöylelemesine maviydi kör oldum

Taşlara gelince hamam taşlarına

Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi

Taşlarda yüzümün yarısını gördüm

Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü

Yüzümden ummazdım bunu kör oldum

Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?”

Eğer okurumuz yazısındaki kelimelerle bir babaya özlem şiiri yazmak isteseydi ona, n’olur, dur yapma! Derdik. Belki kimilerimiz Cemal Süreya’nın şiirini değil de Aynur Ceylan’ın yazısını daha hisli bulacaklardır. Ama, tamam işte! Şiir duygu, hislenmek demek değil sadece! Onu anlatmaya çalışıyorum.

Sadece duygu, hislenme, aşk, ayrılık gibi konularla şiir yazılır diye düşünenler yanılırlar.

Şiire yaklaşmak için de iyi şiirleri takip etmek lazım.

Abdullah Kibritçi isimli okurumuz bir çok şiirini göndermiş ama şiirlerinde harfler bozuk çıktığından okunmuyordu. Yine de okumaya gayret ettim, farklı, zengin bir dünyası olduğunu hissettiriyor. İnşallah şiirlerini yeniden gönderir. Diğer okurlarımıza yer kalmadı. İnşallah gelecek aya...


Asım Gültekin'ın Yazısı.