Futbolu Sevmiyoruz, Sadece Yenmek İstiyoruz...
Bir toplum kendini geçmişte gerçekleşen bazı hadiselerden ötürü mağlup hissediyor, bu hissini de bir türlü yenemiyorsa galibiyeti başka yerlerde arar. Çağın popüler oyunu futbol olduğu için de onda bulur.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye U20 Dünya Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yaptı. Bu herhangi bir turnuva değildi, dünyanın bütün futbol otoriteleri dikkat ve ciddiyetle takip ederlerdi. Çünkü günümüzde hayranlıkla seyrettiğimiz yıldızların birçoğu, öncelikle bu turnuvada kendini göstermişti. Başta Maradona olmak üzere adını altın harflerle Dünya Futbol Tarihi’ne altın harflerle yazdırmış çok sayıda yıldız dâhil.
Dünyanın gözü bu turnuvadaydı ama Türk futbolseverleri (?) pek de oralı olmadı. Maçlar komik sayılabilecek rakamlarda seyirciye oynandı. Üstelik çoğu ücretsiz davetiyeyle gelen seyirciydi bunların.
Türk Futbolu’nun fildişi kulelerindeki muhteremler bu durum karşısında şaşkınlık ve üzüntülerini gizleyemediler. Samimi miydiler yoksa tecahül-i arif mi yapıyorlardı biz anlayamadık ama yıllardır kendi kendini kandırmaya çalışmayan, başta spor medyası olmak üzere Türk Futbol kamuoyunun oluşturduğu illüzyon ortamından kendini koruyabilen herkes bu durumu rahatlıkla görebilirdi. Süperliği kendinden menkul ligimizde sıradan bir maçı seyretmeye kaç kişi geliyordu? Bu yeni bir şey de değil, çok uzun zamandır böyle. Sanırım 1990’ların başlarıydı, bir gazete Avrupa liglerinden özet haberlerle birlikte ortalama seyirci sayılarını veriyordu, onların yanında (eski adıyla) Türkiye 1. Ligi ortalama seyirci sayılarını… Almanya ya da İngiltere’deki sıradan takımların arasındaki maçların seyirci sayısı, bizim büyük takımların maçları arasında oynanan seyirci sayılarından her zaman daha fazlaydı. Bu durum değişmedi hâttâ bizim aleyhimize gelişti. Halihazırda şampiyonluğu bulunan beş takımın dışındakilerin maçları çoğu zaman 3-5 bin seyirciye oynanıyor. Avrupa’da oynanan maçlarda ise boş tribün görmek neredeyse imkânsız.
Henüz yurt dışıyla bu kadar içli dışlı olmamışken pek fark etmediğimiz bu durumun sebeplerini geçmiş yazılarda farklı vesilelerle az çok işlemiştik ama yine bir parça değinelim:
Bizim için futbol, sadece bir galibiyet aracıdır. Çünkü galibiyet bizim en büyük sosyo-psikolojik ihtiyacımızdır. Bir toplum kendini geçmişte gerçekleşen bazı hadiselerden ötürü mağlup hissediyor, bu hissini de bir türlü yenemiyorsa galibiyeti başka yerlerde arar. Çağın popüler oyunu futbol olduğu için de onda bulur. Bu futbol olmasa başka bir popüler spor dalı olacaktı, Rugby, beyzbol vs. gibi.
30 yıl önceye kadar futbol üç aşağı beş yukarı bütün dünyada bizde algılandığı gibi algılanıyordu. Yani mağlup toplumlar büyük ilgi gösteriyor, ilerlemiş toplumlar ülkelerinde oynanan futbolun kalitesi üst düzeyde olmasına rağmen diğerleri kadar ilgi göstermiyorlardı. İngiltere’nin Aston Villa takımıyla Almanya’nın Bayern Münih takımları arasında oynanan 1982 Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde tribünlerde yer yer boşluklar vardı örneğin. Fakat geçen Mayıs ayında Almanya’nın iki takımı arasında oynanan Şampiyonlar Ligi finaline tam 750 bin bilet talebi geldiğini öğrenmiştik.
Bu konuda 20 yıl arayla yaşadığım iki ibretlik hadiseyle yazımı noktalayayım: 1993 sonbaharında İstanbul’da iki büyük takımımızın maçındayız. Bunların biri benim taraftarı olduğum takım. Rakip takım için ölüm kalım maçıydı, sahaya yedi forvetle çıktı ve golleri arka arkaya sıralamaya başladı. İlk yarı üç ya da dört farkla bitti, etrafımdakiler maçtan çıkmaya başladı. Bana da “Haydi, ne duruyorsun? Belli ki tarihi fark olacak” dediler. “Hayır, çıkmayacağım. Gol seyredeceğim” diye cevap verince anlamadıkları bir dilde konuşuyormuşum gibi baktılar. Rakip takım beklendiği gibi ikinci yarı da golleri sıralamaya devam etti, bizim takım tarihi bir yenilgi aldı ama ben keyifle seyrettim.
Aradan geçti 20 seneden fazla bir zaman. Geçtiğimiz aylarda Şampiyonlar Ligi yarı final ikinci maçında Barcelona kendi sahasında Bayern Münih’le oynuyor ve ilk maçı Bayern 4-0 kazanmış. Görünen o ki Barcelona’nın hiç şansı yok. Fakat ben maçın başlamasını zor bekliyor ve duygularımı da sosyal medyada paylaşıyorum. Yıllarca yurt dışında yaşamış ve halen bir üniversitede öğretim görevlisi olan bir arkadaş da cevap veriyor: “Hocam ne seyredicen yaa, sonuç ilk maçta belli oldu işte.” 20 yıl sonra geldiğimiz nokta burası. Az gittik, uz gittik misali.
İkinci maç da en az ilki kadar kaliteli ve heyecanlı geçiyor ve ben keyifle seyrediyorum. Ben de bu toplumun bir ferdiyim, başka bir yerde yaşamıyorum, kendimi övmek için de yazmadım ama bu çizgiye de biraz yaklaşmak lazım herhalde. Bu ancak toplumdaki mağlubiyet hissinin bertaraf edilebilmesiyle mümkün olacaktır. Onun için de toplu bir rehabilitasyon süreci gereklidir.
Bülent Şirin 'ın Yazısı.