Sezai Karakoç`la Bir Gün...
Sefa Toprak
İstanbul’da yaşamanın bin bir çekilmez zorluğunun yanında bir de güzel yanı vardır ki, şehir hayatın içinde sizlere bazı fırsatlar sunar. Mesela eski divan yolundan Sultan Ahmed’e doğru inerken veya bir Cağaloğlu sokağında gezerken yıllardır kitaplarını okuduğunuz, şiirlerini ezbere bildiğiniz yazarlarla, şairlerle karşılaşabilir; eğer fırsatını da bulabilirseniz onların sohbetlerine katılabilirsiniz. Velev ki karşılaşmasanız bile adresleri bellidir. Size düşen kapılarını çalarak ziyaret etmektir. İşte bu niyetle biz de bir sıcak günün ortalarında çaldık Üstad Sezai Karakoç’un Cağaloğlu’nda bulunan Diriliş Yayınlarının kapısını. Meğer erken gelmişiz. Zaten adresi bulana kadar ne çekmiştik bir de çalan zile karşılık bulamayınca mecbur geri dönüyorduk ki han içerisindeki çaycı çıktı önümüze, “Şimdi kimse olmaz, saat 4’ten sonra gelirler” dedi. Ne yapalım, mâdem gelmişiz, bekleriz saatin dördünü de beşini de elbet. Fakat saat dördü geçmişken ikinci kez gelmiş olmamıza rağmen yine kimseler yoktu, o ara biz kapı önünde beklerken merdivenlerden biri çıkarak yanımıza kadar gelip, “Kimse yok mu acaba?” dedi. “Siz de mi ilk defa geliyorsunuz?” dediğimizde gülerek karşılık verdi Halil İbrahim bey, “Gelin, Sezai Bey gelene kadar sizinle bir çay içelim”. Han önündeki kaldırım üzerinde ağaçlar altına atılmış bir masa ve küçük taburelerden ibaret çay bahçesine oturduk. Karakoç’un kitap basım ve satış işleriyle ilgilenen Halil İbrahim Bey ile tanıştıktan sonra kendisini hazır bulmuşken bazı sorular da sorduk. Karakoç hâlâ tek başına yaşadığı Fındıkzâde’deki evinden her gün tramvay ile bu saatlerde sırf ziyaretçileri ile görüşmek için yayınevine gelir, bir iki saat kalır daha sonra da parti binasına geçermiş. Aslında Karakoç’un kendisine sormak isteyip de soramayacağımızı bildiğimiz sorulardan bazılarını Halil İbrahim Bey’e sormayı tercih ettik. Ödül törenlerine katılmamasından, ticaret prensiplerinden, çek-senet-kredi kartı gibi bankavâri işlerle uğraşmayıp her işini peşin yaptırmasına; parası varsa kitabını bastırmasına, matbaaya peşin ödeme yapar, satarken de peşin çalışmasına kadar birçok konuya değindi içilen çaylar boyunca. “Bugün biraz gecikti ama mutlaka gelir” diyerek devam etti, mesele İslam’a hizmet etmek olduğu için hangi mevkii de olunursa olunsun mutlaka hizmet edilebileceğini, kendisinin bunu yazılarıyla ve şiirleriyle yapmaya çalıştığını söyleyerek, yaptığı işe sadece bir edebiyat nazarıyla bakılmasını istemediğini yani şairlik yönünden ziyade düşüncesinin esas alınmasını istediğini vurguladı. Ve şöyle ekledi, "Sezai Beye göre her Müslüman’ın ölçüsü de bu olmalıdır ama öyle bir zamana geldik ki hayat ölçümüz olması gereken tutumlar dervişlik olarak algılanıyor".
Unutulmaz bir hâtıra oldu...
Aradan bir saat geçmişti ki Üstad bulunduğumuz kaldırımın başında gözüktü. Ağır ağır adımlarla bize doğru geliyordu. Yanında birisi daha vardı, adam hararetli bir şekilde konuşuyor, Karakoç belli belirsiz etrafa bakarak adımlar atıyordu. Onu görür görmez ayağa kalkıp yanına gittik. Cebinden anahtarları çıkarıp Halil İbrahim Bey’e uzattı. Birlikte merdivenleri çıktık ve içeri girdik. Küçük bir daire olan yayınevinin her tarafı kitaplarla doluydu. Kendisi kadar mütevazı bir yerdi burası. İçeride küçük bir bölme de iki masa bulunuyordu. Karakoç yorgun bir şekilde masasına oturdu, bizler de sandalyelere yerleştik. Bizim dışımızda da ziyarete gelenler vardı. Hepimizle teker teker ilgilenip "hoş geldiniz" diyerek tanıştı. Tabii gelenler arasında onu sürekli ziyaret edenler de vardı. Bilinen bir iki resminin hâricinde hiç görmediğimiz Sezai Karakoç ile tanışmak, elbette heyecan vericiydi. İlk izlenimler sıcak, samimi, babacan bir yakınlık oldu. Fakat hayli yaşlanmış olmasına rağmen dinç görünüyordu. Konuşması ara ara duraklayarak da olsa akıcıydı. Gözlüklerini çıkardı, önce eliyle sildi, gözlerine taktı. Daha sonra tekrar çıkarıp kâğıtla sildi, "En güzel kâğıt temizler bu camları" diyordu. Zaman, mekân, ihvan birlikteliğini bulmuşken elbette konuşulacak sözlerde ayrı bir güzel olacaktır. Fakat bu durumda sorulacak sorular da bu ağırlıkta olmalıydı. Sessiz kalıp dinlemek daha güzel geliyordu. Cebimizden çıkarttığımız kâğıda not almak fırsatı bile bulamadık, içerde bulunanlardan birisi elime aldığım kâğıt ve kalemi görünce gözleriyle işaret yaparak, “Kızar, izin al önce” uyarısında bulundu. Sıcak havanın vehameti ile bizler çay beklerken bir de içeriye dondurma ikramı yapıldı. Şaşırdık. Gelen tabaklar içindeki dondurmaları yedik. Karakoç, yavaş yavaş hem konuşuyor hem de dondurmasını yiyordu, "İçimiz yanmış da haberimiz yokmuş" dedi.
Çaylarımız da gelmişken karşımızda konuşan Sezai Karakoç’u tebessüm ile dinlemek: İslam birliği söylemi aslında bize Tanzimat ile birlikte bize gelmiş bir tutunma eylemidir. Asıl olan tek bir İslam devletinin var olmasıdır. Fakat küçük küçük İslam devletleri ortaya çıkınca bunların yok olmaması için en azından bir İslam birliği oluşturulmalıdır düşüncesinin ortaya çıkması. Bütün bir vücût gibi olunmalıdır. Eliyle arkasındaki duvar üzerinde işaretler yaparak bir örümcek ağı düşünün diyor. Nasıl ki örümcek ördüğü bir ağın herhangi bir noktasında meydana gelen hareketlenmeyi hissederek anında oraya müdahale ediyor; öyle de İslam devletlerinin herhangi birinde meydana gelen bir olayda bütün devletlerin ortak hareket edebilmesi gerekmektedir. Eğer böyle olursa ne Irak ne Filistin ne de şimdiki Suriye bu halde olurdu. Eğer bir gün Türkiye de aynı duruma maruz kalırsa kimseden yardım gelmezse şaşırmamalı çünkü onlar bu haldeyken nasıl ki biz sessiz kaldık onlar da sessiz olurlar.
Karakoç’tan Üstad Necip Fazıl’a anlamlı bir hediye
Söz uzuyor, vakit geçiyor, sorular devam ediyordu. Türk tasavvufu üzerine konuşuyorduk. Karakoç şöyle dedi, "Tasavvufu reddedemeyiz fakat kimse kimsenin yoluna itiraz etmeden bir birini inkâr etmeden bir bütünlük oluşturmalıdırlar. Bizler yaşayarak bir tarikata mensup olmadık ama çok okudum, özellikle de “Rabıta” meselesi üzerine okuduklarım beni etkilemişti. Rabıtanın ne olduğunu henüz tam bilmediğim bir günlerdi. Sahaflarda dolaşırken Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin iki tane Osmanlıca eseriyle karşılaştım. Bunlardan bir tanesi "Rabıtayı Şerif" kitabıydı. Bu iki kitabı alıp doğruca üstad Necip Fazıl Kısakürek’e götürdüm. Üstad bu kitapları görünce çok sevindi (tebessüm ediyor, sanki o günü bugün yaşamış gibi). “Sen bunları nerden buldun?” diye hayretler içerisinde kaldı. Meğer bu kitaplar çok az basılmış ve bitmiş, yıllarca da bulunamamış. Üstad bu kitapları günümüz harfleriyle aralıklarla Büyük Doğu’da tefrik etmişti. Tasavvuf tarihi bir noktada bizleri bir arada tutan bir harç olmuştur. Nasıl ki bir binayı ayakta tutan tuğlalar vardır, bir de tuğlaları bir birine kenetleyen harç vardır. İşte bu noktada bizim için şeriat bu tuğlalardır, tarikatlar ise şeriat tuğlalarını bir arada turan harçlardır. Reddetmemiz mümkün değildir. Bugün fiilen varlıklarını sürdüren bu kurumlar toplumun manevi yönünün diri tutulmasını sağlamışlardır. Bunun içindir ki devlet eliyle yeniden tanzim edilerek denetimle birlikte aidiyetlerini resmen devam ettirmelidirler".
"Rabıta insanın doğasında var"
Konuşmasında hâtıralarla bir anda eskilerden yaşadığı olayları da anlatan Sezai Karakoç başından geçen olağanüstü bir hâli de anlatıyor, "Ben rabıtanın ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Hayatımda hiçbir zamanda yapmamıştım. Herhangi bir tarikata da müntesip değildim. Fakat bu okumalarımın bir getirisi olacak zannediyorum ki bir gün Cuma namazındayken tahiyyatta otururken ellerime bakıyordum ki bir anda, kendi ellerimi babamın elleri olarak gördüm. Bu uyku hâli değildi bir hayal de değildi, babamın vücudu ile kendi vücudumu bir bütün olarak hissettim. Bu tam olarak rabıtamıdır bilmiyorum ama böyle bir hâli yaşadım. Demek ki diyorum, rabıta biz insanların doğasında olan bir durum. Öyle ki, burada oturuyorum. Hissi kalbel vukû ile içimden diyorum ki birazdan filanca gelecek, çok geçmiyor balkıyorum o çıkıp geliyor. Veya buradan çıkıp giderken diyorum yolda şunu göreceğim tevafuken onu görüyorum. Özellikle de yine Cumaları namazda bakarım, sanki babam da benimle birlikte aynı camide namaz kılıyor gibi hissederim. Önümdeki bazılarını ona benzetirim. Bu ben de çok olur. Belki küçükken babamla namaza gittiğim günlerin bir hatırasıdır" diyor, biraz bekliyordu...
Diriliş dergisi belki yeniden çıkar
Yaklaşık bir saattir bizimle görüşüyordu. Mevzu dönüp dolaşıp vehleten edebiyata geliyor. Edebiyat denilince, "Allah güzeldir, güzel olanı sever" diyerek devam ediyordu. Eski dergilerden, isimlerden. Diriliş dergisinden bahsediyordu. Kimilerinin önceden yeniden çıkarma gayreti olduklarını ama yirmi sene gibi uzun müddet boyunca çıkmadığını, belki yeniden çıkaracak birilerinin olabileceğini, söyleyerek. Böyle bir çalışmanın yapılmasını ümit ettiği izlenimini veriyor. Zaman baya ilerlemişken, aklımızdaki sorulardan henüz daha hiç birini soramamışken, müsaade istemek zorunda kalıyoruz. Mesela, "Hâlâ şiir yazıyor mu acaba? Yeni bir kitap çıkarmayı hiç düşündü mü? En son şiirini nerede yazdı? İlk şiirini kime ithaf etti? Hatıralarını bir gün biz de okuyabilecek miyiz? Arkasında yarım bırakmaktan korktuğu bir eseri var mı?" sorularını soramadık. Belki bir gün sizin de yolunuz düşer ve bizim soramadıklarımızı sizler sorarsınız. Bizler onun “yine gelin” tembihi ve tebessümü ile ayrıldık. Kapısı hâlâ açık, ziyaretçilerini bekliyor.
GENÇ'ın Yazısı.