Feyza Yıldırım

Ahir zaman ümmetinin hakkını verdik, Asım’ın nesline ilişmiyor yüreklerimiz…

Düzelmeli ya bir şeyler, başlamalı ya bir yerden; tam o yerde sorumluluktan kaçanların kuru gürültüsü dolduruyor kulakları: “Herkesi sen mi düzelteceksin? Sana mı kaldı?” Müslüman’a farz kılınmış olan Müslüman’a kalmadıysa, kim göz kulak olur ki ona? Bir Müslümanı Müslüman kardeşi dahi anlayamıyordu. Biz nazından yenmeyen ideolojinin mensuplarından anlaşılmayı bekledik… Onlarsa ısrarla kulakların işitmekten bıkıp, usandığı “yobazlık” kavramıyla bizi etiketlemeye devam ediyorlardı.

Derken bu tatlı, nazlı ideolojinin bir mensubuyla konuşacağım bir ortam oldu… “Büyükbabasıyla büyükannesi hacıydı.” Dolayısıyla çok ortak (!) yönümüz vardı. Ne denli Müslüman olduğundan bahsediyordu bilirkişi edasıyla. Ardından ibadetin ne kadar gereksiz olduğunu vurguluyor, konuşmalarından muhtemelen bir kez dahi okumadığı anlaşılan Kur’an mealinde Müslümanlığın özünün “kalp temizliği” olduğuna işaret edildiğini söylüyordu. Haklı olduğunu söyledim usulca, İslamiyet kalp temizliğine önem verir idi ne de olsa. “E yani” diyerek tasdik edilmiş olmanın da verdiği mutlulukla devam etti; kalbini göstererek “İş burada biter. Farz, sünnet, haram, helal, falan filan, hikâye!” İş kalpte bitiyormuş. İster istemez aklıma takıldı; orada başlamayan bir iş orada nasıl biter? Taklidi imandan tahkiki imana ulaşmayı bir kenara bıraktım, taklidi imanın dahi hakkı verilmiyordu nazlı ideolojinin mensubu-mensupları (?) tarafından. Hacı büyükanne ve büyükbaba bir kez olsun taklit edilmeyi hak ediyordu oysaki. Çünkü onlar torunlarının da torunlarının “Müslümanlıklarında” başrolü oynayacaklardı tabi eğer bir aksilik (!) olmaz da sorgulayanlar çıkmaz ise aralarından.
 
İslam hayatın kişi tarafından kullanılmamış alanlarını dahi atlamamış bir dindir, öylesine muazzam öylesine harikulâde… Biz Müslümanlar olarak onca “akletmez misiniz?!” ikazına rağmen düşünmedik, düşünmeyince de akledemedik. Sonra birileri yüzümüze çarptı inancımızın gereklerini. Bu sefer ardımıza bakmadan kaçasımız geldi. Çünkü sorumluluk almadan yaşamak (ona yaşamak denirse) daha kolay geliyordu, nefsi okşuyordu bir kere… Akıl başta ikamet etmeye başlayınca da, yaptığımız uyarılar verdiğimiz tavsiyeler havada kalıyor; uyardıklarımızdan işittiğimiz “Sen önce kendine bak” oluyordu. Adeta bir “KISIR DÖNGÜ”. Uyarılan uyarana, “Sen önce kendine bak” diyerek kaçıyor, kendisine başkalarına el uzatmakla sorumlu olduğunu hatırlatacak davranışlarda bulunanlara da “Herkesi sen mi düzelteceksin?” diyerek kendi vicdanına nefes aldırmaya çalışıyordu…
 
Allah sorumluluğumuzu fark ettirsin… Bunun ağırlığını taşıyabilen kullarından eylesin. 


GENÇ'ın Yazısı.