Yusuf Toprak

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Kitap okumakta da böyledir. Herkes farklı teknikleri izler okurken. Kimi altını üstünü çizer, kimi en ufak bir nokta koymaya kıyamaz. Kimi hızlı okuma ile anlamaya çalışır, kimi dura dura, her cümlenin üzerinde düşünerek ilerler. Ben, mümkün mertebe kitaplarımı incitmemeye çalışırım. Fakat ruhuma ve aklıma hitap eden cümleler gördükçe altını çizmekten kendimi alı koyamam. Çünkü unutmaktan korkarım. Ya da kitap bittikten sonra tekrar elime aldığımda cümleyi bulamamaktan… Bununla birlikte bazen altını çizmek istediğiniz cümleler birbiri ardına sıralanmış olur, hatta komple bir paragraf, bir sayfa ya da bir bölümü işaretlemek istersiniz. İşte o zaman her kelimenin altını çizmek yerine paragrafın, sayfanın ya da bölüm başlığının yanına ufak bir işaret koyarım.

Sizlerle, yanına işaret koyduğum bir paragrafı paylaşmak istedim. Paragraf, Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye isimli eserinden. Ve çok önemli bir konu hakkında; mesuliyet.

“Mesuliyet, beni harekete sürükleyen, bende doğan zorlayıcı emirdir. Hareketten evveldir ve hareketten sonra kuvvetlenir ve büyür. Mesul olan, ahlakçıların sandıkları gibi iradesizlik değil, iradesiz şahsiyetim değil, bendeki iradedir. İrade kuvveti, ferdin mesuliyetinin derecesini gösterir. Hürriyetimizi tayin eden, hür hareketimizi vicdan karşısında önüne geçilmez bir zaruret yapan böyle bir mesuliyettir. Hareketten evvel, biz bir hareketin mesuliyetini kendimizde taşırız. Hürriyetimiz ancak hareket esnasında görülür. Hürriyet bir şuur olmaktan ziyade bir kuvvettir. Bu kuvveti yaratan bizdeki mesul olma iradesi, bu iradenin tam şuurudur. Bu şuur ve iradede biz tanımak, dilemek ve inanmak değerlerini birleştiren bir mefkûre mahiyeti görüyoruz. Her âşık bir mesuliyetin, bir olan âlem ve hakikat için mesul yaşamanın âşığıdır. Bu mesuliyetten hiçbir şey, ferdin şuurlu iradesine giren hiçbir şey kurtulamaz. Varlıktan ve âlemden mesul oluş, tabiattan ve cemiyetten mesul oluş, geçmişten ve geçecekten, ölülerden ve çocuklardan mesul oluş, maddeden veya maveradan mesul oluş: insanı varlıkların ve âlemin üstüne çıkaran, belki Allah’a yaklaştıran bu mesuliyet, ancak ıztırapla hakikat oluyor. Iztırap kurtarıcıdır ve hareket içinde teselli kaynağıdır. İnsanın hareket içinde her an kendi kuvvetlerini geçtiğine ve kendi kuvvetlerinin üstüne yükseldiğine şahit olan ıztırap, hareket için yeni kuvvetler yaratıcıdır. Bu kelime ile tercüme edilen hayatî merak ve sıkıntıdan doğan, onunla yaşayan ve sonsuza ermek isteyen fazilet kavramını saadetle çatıştırmak, saadeti faziletin dışında aramak, ne bağışlanmaz bir gaflet olacak! Bu hayat içerisinde huzur arayanların faziletli oluşlarına bakılırsa fazilet, saadete götüren yol olmalıdır. Saadetle faziletin ikisi de ruhun kurtuluşu gayesine bağlıdır. Öyleyse nasıl birbirine karşı durabilirler? Belki saadet fikri dar ve iptidai şuurların aradığı zaman içinde muvakkat bir kurtuluş olduğu halde, fazilet ebediliğe susamış iradenin olayların ötesine geçerek sonsuza bağlanmak isteyen başkalarını kurtarış içinde kurtuluşudur. Zorba-esir saadeti arıyor ve fazilete gülüyordu. Çünkü o, zaman içinde kısır ve muvakkat varlığını korumak için, bizdeki sonsuzluk iradesinin kaynağı olan hayatî merak ve sıkıntıyı kendinde öldürmüştür. Faziletten ayrılan saadet kurtarıcı değil, belki ruhî kuvvetlerin tükendiği yerde yeisi, daha karanlık bir yeisle avutucudur. Ruh muztaripken duyularla avunmak, ancak ruhu unutmak ve ruhtan uzaklaşmak için tutulan yoldur. Bu, kendi hakikatimiz önünde yenilmektir. Yenmekse ıztırabı yaşamaktır. Peygamberler, saadet getiricileri değildir. Onlar ümmetlerinin mesuliyetlerini üzerlerine alanlar, ruhların ıztırabına ümmetlerinin ıztırabını da katarak, sonsuzluğa kavuşmak için, sonsuzun mesuliyetini yaşamak lazım olduğunu bilenlerdir. Yaşayanlarla yaşatanları ayıralım. Ruh dünyasının kahramanları, bizim hayat kanunlarımızla yaşamıyorlar. Yaşatmak için bazen yaşamamak lazımdır: Başkalarının mesuliyetini üzerlerine alanların arkasından yarı şuurla koşan kalabalığa bakın. Bir ruhtan çıkıp bütün bir halkın ruhunu çeken vecdi sade bir duyguyla anlamak imkânsızdır.” 


GENÇ'ın Yazısı.