Baş Ağrısının Vicdani Ağırlığı
Ayhan Işık
Migrenim tuttu gene. Hani “Allah kimsenin başına vermesin.” derler ya işte o türden. Kafamda kaç tane buz torbası erittim hatırlamıyorum. Gece boyu, vakitten, mekândan, zamandan, bihaber hayallerin içerisinde, karanlıkla baş etmeye çalışırken uyku ile uyanıklılık arasında gide gele halüsilasyonlar, hayaller, kavgalar, gürültüler, ışık oyunları ile mücadele ederken, “ölmeden atlatmak mümkün olacak mı?” sorgulamaları arasında, başıma diktiğim oğlanın sürekli okuduğu, Felak- Nas – İhlas’larla, mide, baş, hâlsizlik, üşüme terleme kavgaları ile nihayet uyumuşum…
İkinci uyku aralığında tatlı bir uyuşukluk hâliyle doğru buzdolabına sokuldum. Bir lokma ekmek ve tuzlu siyah zeytin yemeliyim. Fazla hareket etmeden yapmalıyım bütün bunları ve hemen dönüp yatmalıyım uyandırmadan içimdeki canavarı ki, son periyodu da sağlıklı bir şekilde atlatabileyim.
Ve nihayet bir iki tatlı uyku bölünmesinden sonra sabah kahvaltı çağrısına hafiflemiş olarak riayet ettim. Çok severim migren sonrası dinlenikliğini. Hani doğum sancısı çeken annenin, yavrusunu kucağına aldığında yüzündeki o muhteşem tabloyu getirin gözünüzün önüne. Bir benzerine daha rastlamak mümkün olmaz o sahnenin. Benzetmemin kusuruna bakmayın. Benimkisi sadece benzetme.
Amatör balık avcılığı uğraştığım boş işlerden birisidir. Bu konuda vicdanları rahatlattıktan sonrası çok kolay. Yoksa avlanma konusunun caizliği ile ilgili çok ciddi sıkıntılar olduğu sinyalini imalı bir şekilde vermişti ilahiyatçı bir arkadaş. Hani gerçeği söylersem “yaptığına yapacağına öyle pişman olur ki” tarzında bir ima. Nezaketen arkasını da getirmemişti. Ben de sormamıştım. Sanki işime mi gelmemişti ne.
İnsan bir halt edeceği zaman önce vicdanını rahatlatırmış. Olurda yarın Rabbim benden bu yaptığımın hesabını sorarsa diye sınav öncesi hazırlık yapar gibi. “Evet! Yaptım Yarabbi. – Sanki inkâr etmek mümkünmüş gibi.- Yaptım ama niye yaptım. Sor bir bakayım.” Ne kadar dünyevi ve mantıklı değil mi? Vicdanen gerekli hazırlıkları yapıp rahatlayınca her türlü haltı yeme hakkına sahibiz sanki.
“İşte itiraf ediyorum. Ben de balığa gidiyorum. Ama tuttuğum balıkları salıyorum. Yanımdakilere de tuttuklarını saldırdığım için kimse benimle balığa gelmiyor üstelik. Hem gölün dibi karanlık bir kuyu değil mi? Yemi oltaya takıp suyun derinliğine bırakıyorum. Bir de nasibe sığınıyorum. Sen’in nasibine. Nasipse balık tutarım demiyor muyum? Öyle ya nasip olmasaydı tutamazdım. İtiraz mı edecektim. Her balık sonrası ağır bir yorgunluk ve baş ağrısı da çekmiyor muyum? Balığa gitmesem de çarşı Pazar dolaşsam bir sürü günaha girsem daha mı iyi. Ya da evde çoluk çocukla kavga etsem. Sanki başka bir alternatif vardı da ben mi yapmadım.”
Konuyu gene dağıttım. Balığa gittim dedim ya. Göllerimizin, dere ve çaylarımızın, nehirlerimizin, mesire yerlerimizin, piknik alanlarımızın, gölgelikli çeşme başlarımızın hali malum. Buradan herhangi bir tasvir yapmama gerek yok. Benim de her balığa pikniğe dere kenarına, ırmak boyuna yaptığım gezintilerde baş ağrımın temel nedeni karşılaştığım sahnelerdir. Herkese ait olan bu ortamlarda en hafif tabirle her türlü pisliğimizi ortalığa serip dönüp gelmemizin vicdani muhasebesini nasıl yapıyorlar anlayamıyorum.
Havyar dönemi idi - değildi aldırmadan tuttukları balıkların kırk kiloya kadar olabileceğini bildikleri halde, yüz gramlık balıkları alıp nasıl poşetlerine doldurabiliyorlar, bunu da anlamıyorum. Benim tuttuğum balıkları salmama nasıl eleştiri getirebiliyorlar anlayamadığım ve ağırıma giden bir başka konuda bu. Yanımdaki diğer balıkçılar benim bu –tuttuğum balıkları salmama- yaptığıma tepki gösterir, “enayilik, aptallık, gösteriş” olarak yorumlar hava attığımı ima ederler. Bu yüzden çoğu kez tuttuğum balıkları kimseye göstermeden salarım. Bazen de tuttukları ve henüz canlı olan balıkları isterim. “Eve elim boş gidersem hatun kızar.” diye. Sonra çaktırmadan onları da salarım.
Her balıktan kavgayla ve baş ağrısıyla gelirim. Kavgayı diğer balıkçılarla yapmam. Kendimle yaparım. “Bunlar nasıl insanlar.” diye. Çöplere canım sıkılır. Gürültüye canım sıkılır. Son ses açılan otomobil teyplerine canım sıkılır. Kendi aralarında ki bol küfürlü konuşmalara canım sıkılır. Suya atılan ve hedef yerine konarak kenardan attıkları taşlarla kırmaya çalıştıkları zıkkım şişelerine canım sıkılır. Kimseye bir şey diyemediğime canım sıkılır. Bu tür herkese açık alanlara hiçbir denetim yetkisine sahip görevlilerin uğramamasına canım sıkılır. Sıkılır Allah sıkılır. İşte. Bu kadar sıkkınlığı da elbette ki çok güçlü migren nöbetleri temizleyebilir.
Yıllardır ağırlıklı olarak hayatın bu yönünü yaşadım. Bu konuda benzer ideallere sahip bir arkadaşla daha karşılaşmadım. Mutlaka vardır. Hem de hatırı sayılır derecede çoktur. Ama bana denk gelmedi. Gittiği piknik alanında kendi çöplerini almak yetmez bir de mıntıka temizliği yapan kaç kişi vardır. İnsanın dikkatsizliğine ve dalgınlığına gelebilir. Ama kullandığı herkese açık alanı temiz bırakmak, oradan bir başkasının hatta hayvanların rahat rahat istifade edebilmesi için temizlik ve düzenleme yapmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak bu dinin emri, Peygamber (s.a.v)’in sünneti değil mi?
Çok mu derdim var? Elhamdülillah çok derdim var. Zaten biliyorum ki burası da dertlilerin mekânı. Derdi olanların, vicdanı olanların mekânı. Ama “rahmani vicdan” sahiplerinin buluşma noktası. Öyle değil mi?
Öyleyse vicdanın şeytani ve nefsi olan yönüne dikkat etmek lazım. Aldanmamak, gaflette kalmamak, çok dikkatli hareket etmek, şeytanın yaklaşma yollarından birini otobana çevirmesine izin verecek olursak, ulaşacağımız noktadan Allah’a sığınırım.
GENÇ'ın Yazısı.