Ömer Öztürk

Biz âciz kullar, sınırlı ve meçhûllerle dolu âlemimizde, Yüce Yaradan’ın kaza ve kader vasıtasıyla bizlere yaşatacağı hâdiseleri bekleşip duruyoruz. Türkiye gündemi, dünya gündemi derken, günden güne gündem güme gidiyor ve giderek, çaktırmadan toprağa göz kırpıyoruz.
 
18 Ağustos 1999 sabahına uyanıncaya değin, bizler deprem diye bir şeyi hiç bilmez, bilsek te mühimsemez, günlük sohbetlerde ara sıra öylesine değinip geçerdik. 18 Ağustos 1999 tarihinden itibaren ise, deprem hayatımıza adamakıllı girdi; hayatımızın orta yerine oturdu – oturdu ne kelime – âdeta çöreklendi.
 
17 Ağustos 1999 tarihinde ben 24 yaşında, üniversite iki talebesi bir gençtim. O vakitler, hafta-içi İstanbul Üniversitesi Fransız Dilbilimi’ne devam ediyor, hafta-sonları da Acıbadem’deki Mc Donald’s’ta part-time (yarı zamanlı) çalışıyordum. 
 
Bilmeyenler için açıklayayım: Bu tür restoranlarda açılış ve kapanış diye iki mesâi tâbiri vardır. Açılışçılar sabahın köründe gelir, dükkânı müşteri için hazırlarlar. Kapanışçılar ise gece-yarısı en son müşterinin ardından artık harabeye dönmüş dükkânı temizlerler. İşte ben o gece, yâni 17 Ağustos 1999 gecesi diğer 5-6 arkadaşla birlikte kapanış ekibinde bulunuyordum. Depreme geleceğim. Ama evvelâ, yürek-yakan hâdiseden beş-on gün öncesine gidelim. Zira depremin sırları belki de o beş-on gün öncesinde saklıydı.
 
Depremden önce...
 
Depremden yaklaşık beş-on gün önce ne mi olmuştu? Güneş tutulmuştu. Ve ben hayatımda ilk güneş tutulması hâdisesine 1999’un Ağustosunda şahit oldum. Birden gündüz gözüne hava kararıverdi. Kediler bile sersemlediler, âdeta sarhoş oldular. Herkes dürbünlerle güneş tutulmasını seyrediyordu (bunlar içinde hiç şüphesiz 10 gün sonra depremde ansızın ruhlarını teslim edecekler de bulunuyordu, fakat ne bilsinler!). 
 
Bu mucizevî tabiat olayından sonraki 10 gün müddetince, habersizce asrın felâketine doğru yol alacaktık. Ve bunun artık dönüşü yoktu.
 
Tarih 16 Ağustos 1999, saat 20:00. Restoranda işbaşı yapıyorum. İçimde hakikaten tarif-edilemez bir sıkıntı. Boğuluyorum. Bir şeyler olacak ama ne? Bu sıkıntının 7 saat 5 dakika sonra kopacak küçük kıyametin ön habercisi olduğunu o ânda nereden ama nereden bilebilirdim.
 
İçimdeki müthiş bunaltıyı sonraki saatlere de taşıyorum. Ya Rabbi. İş bitse de, bir ân evvel evlerimize gitsek. Dakikaları sayıyorum. Nihayet gecenin kör saatlerine erişiyoruz. 17 Ağustos 1999, saat 03: 00. kıyamete beş dakika kalmış az sonra 20 bin insan ölecek, bir o kadarı da yaralanacak, evsiz kalacak ama bizim hâlâ hiçbir şeyden haberimiz yok. 
 
Mesai sona eriyor. Dükkâniçi son kontrollerin hemen ardından şirketin minibüsüne kuruluyor ve evlerimize doğru yol alıyoruz. O tarihte, hâlen ikâmet etmekte olduğum Kavacık’taki evim restoran cihetinin tam aksi istikâmetinde bulunduğu için, gececi olduğum günlerde Kadıköy, Kuyubaşı’nda oturan anneannemlerde kalıyorum. O gece de beni oraya bırakacaklar. Minibüs Kuyubaşı’na giriyor. Fakat o da ne? Gecenin 03:30’unda sokaklar insan kaynıyor. Bir gayritabilik olduğu besbelli. Nitekim az sonra, kalabalığa yanaşıyoruz ve restoran müdürümüz bir kadına “ne oldu?” diye soruyor. Kadın dehşet içinde, “yavrum,” diyor; “Deprem oldu, çok korkunç bir deprem oldu”. 
 
Bu daha başlangıç. İşin esas vahameti sabahleyin, gecenin siyahı sabahın beyazıyla yer değiştirince anlaşılacak.
 
Evet, bir deprem olmuştu. Az evvelki hanımın deyimiyle korkunç da bir depremdi. İyi ama biz niye hiçbir şey duymamıştık. Ben ne bilirim? Meğer arabada giderken, deprem hissedilmiyormuş. Yaşım 24, hayatımda kaç deprem görmüşüm? Hiç. Anladınız. Dört ayaküstüne düşmüştüm. Allah, bana 45 saniye süren o kâbusu hissettirmemişti. Ben bunun hikmetini depremden ancak 3-4 ay sonra anlayacaktım zira depremden sonraki o dehşetengiz süreçte istisnasız hepimiz ruh hastası olmuştuk. Gece uyuyamıyorduk. Ya uyurken deprem olursa!? Buna akıl-almaz, daha doğrusu ancak Türk aklının alacağı bir çare bulundu; yataklar evlerin bahçelerine taşındı. Artık yaprak kımıldasa, deprem oldu sanıyorduk. Hele panik atak rahatsızlığı… Resmen tavan yapmıştı. Kolay mı, asrın felâketiydi. 20 bin insan ölüme yakalanmıştı. Daha epey zaman artçı sarsıntılardan başımızı kaldıramayacaktık. Bütün bunlar kıyamet provaları mıydı? Yoksa dünyanın – ne dünyası – kâinatın sonu mu gelmişti?
 
Deprem Şahsiyetleri
 
Bu büyük depremin ardından, bilhassa felâket habercisi, şom ağızlı deprem profesörleri başta olmak üzere, birtakım kimseler de hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline geldiler. Bunlardan ikisini, Prof. Ahmet Mete Işıkara ve düzenbaz müteahhit Veli Göçer’i anmazsak, mevzumuzu yeterince aydınlatmak pek mümkün olmayacaktır.
 
Profesör Ahmet Mete Işıkara: Yıllarca Kandilli Rasathânesi’nde hizmet vermiş ama iki elin parmakları kadar insan tarafından dahi tanınmayı başaramamış olan Işıkara Hoca’nın depremin hemen ardından memleket çapında şöhret bulması, milletçe, kültür ve ilme verdiğimiz kıymetin mahiyeti açısından düşündürücü, ibretengiz ve hüzünengiz bir manzaradır. Nitekim halkı, bilhassa basını ilgilendiren Işıkara’nın ilmi değil, magazin kimliği idi. Öyle bir zaman geldi ki, zavallı adamı “Yılın En Seksi Erkeği” seçmek gibi bir rezalete dahi imza atıldı. Onun futbol merakı bile günlerce münakaşa konusu edildi. Bu medya adamı bir kez burnundan yakalamasın. Posasını çıkarıncaya değin, sıkar da sıkar. Işıkara da ister istemez bu acımasız çarkın dişlileri arasına bir kez girmiş çıkamıyordu. Ve bu kıymetli büyüğümüz, ne hazindir ki, vefatından birkaç ay evveline kadar, hâlen bir derbi maçı hakkında yorum yapanlar arasında yer alıyor, futbol medyasında boy gösteriyordu. 
 
Veli Göçer (Sizin de Yuvanızı Yapar): Hiç abartmıyorum. Hakikâten böyle bir sloganı vardı düzenbaz müteahhid Veli Göçer’in. Yaptı da. Ama yuva değil, binlerce insana mezarlar inşa etti. Depremden evvel Veli Göçer’di, depremden sonra oldu ‘Veli Göçertir’. Bilir misiniz, ben vaktiyle bu şahsın reklamlarını gerek televizyonlarda, gerek gazetelerde çok görmüş idim. Hatta 16 Ağustos 1999 tarihli bir gazetede dahi, yâni depremden bir gün önce, onun bir ilânını okumuştum ki, şayet saklasaydım şimdi sizlerle muhakkak paylaşırdım. Öte yandan depremden evvel, hatta bir gün evveline kadar, Göçertir’in çarşaf çarşaf ilânlarını neşreden bir kısım basınımızın depremden sonra Göçertir’i tukaka ilân etmesi, onu yerden yere vurması ise, ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyimiyle bile ifade edilemeyecek akıl-almaz bir iki-yüzlülük idi.
  
***
 
Deprem’den evvel mesken meselesi diye bir şey vardı, depremden sonra kapanmaz bir yaraya dönüştü. Mânâ değil madde geçer-akçe idi bu çivisi çıkmış yalan dünyada. Ve eğer sen; bu satırları okuyan genç kardeşim; bu maddî âlemde sen hâlâ annen, baban, kardeşin, eşin ve dostun da dâhil herhangi bir kimseye güvenebileceğini, sırtını dönebileceğini sanıyorsan, safsın, hakikaten safsın. 
 
Seni-beni-hepimizi, öyle veya böyle, şu veya bu zamanda, kurtaracak olan ölümdür ölüm. Ancak hadis-i şerifte de dikkat buyurulduğu gibi, bir mesele vardır: Acaba dönüş mümin olarak mı yoksa günahkâr veya fasık olarak mı olacaktır? İşte bütün mesele budur.
 
Benimse, Yaradan’dan çok özel bir temennim vardır. Tıpkı bana depremi, görsel ve işitsel olarak şahitlik edenlerden dinlediğim kadarıyla evleri yatırıp kaldıran, kulakları uğul uğul uğuldatan bu küçük kıyameti, hissettirmediği gibi, ölümümü de hissettirmesin. Mümin veya günahkâr olduğuma karar verecek olan O’dur elbet. Yeter ki, ölüm geldiğinde ben orada olmayayım.


GENÇ'ın Yazısı.