Hava kararırken, sözler yerini sükûta bırakıyor sözü ben almak istiyorum. Hayalimde resmettiğim manzaradan geriye bir masa, üç boş sandalye, dalga sesleri, bir de ben kalmak üzereyim. Üç sanatkârın suretleri birer birer kayboluyor, bakışlarım onlara kilitleniyor.

Baharın ortasındasınız, çarşaf gibi denizin kenarında, sapsarı kumlardan bir sahil ve maviye boyanmış tahta bir masa düşleyin. Masanın bacaklarının bir kısmı denizin içinde olsun, etrafına dört sandalye koyun. Sandalyelere yalın ayak oturmak lazım tabi... Denizi, kumu hissetmek gerek. Masanın üstüne istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz, çok kararsız kalırsanız Edip Cansever’den yardım da alabilirsiniz;

“Adam masaya

Aklında olup bitenleri koydu

Ne yapmak istiyordu hayatta

İşte onu koydu

Kimi seviyordu kimi sevmiyordu

Adam masaya onları da koydu”

Masanın üstü tamam ise şimdi sıra beyaza boyanmış, tahta sandalyelerde. Bir sandalye size ait. Peki, diğer üçü kimin için ayrıldı? Haydi, durmayın seçin. Hayran olduğunuz kişilerin mi olur o sandalyeler, yoksa ailenizin ya da vazgeçilmez dostlarınızın mı?

Ben olsam üç ehl-i keyf sanatkâr seçerdim. Masanın diğer tarafında, karşımda Orhan Veli otursun isterdim. Doyamadığı hayatını bir de onun ağzından dinlerdim. Birkaç şiir okur yahut yazardı. Belki de masam hasretini dindirirdi denizlere.

“Gemiler geçer rüyalarımda,

Allı pullu gemiler, damların üzerinden;

Ben zavallı,

Ben yıllardır denize hasret,

Bakar ağlarım.”

Hemen yanımda kim mi olsun isterdim? Muhabbetin koyulaştığı, kahkahaların yükseldiği yerde elini omzuma atan Attila İlhan olsun dilerdim. Dayanamazdı herhalde, birkaç kelam da siyaset üzerine ederdi. Şiir okuma sırası ona geçerdi. İki üstat karşılıklı okurlardı birbirlerinin şiirlerini.

“söyleşir

evvelce biz bu tenhalarda

ziyade gülüşürdük

pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının

ne meseller söylerdi mercan köz nargileler

zamanlar değişti

ayrılık girdi araya

hicrana düştük bugün”

Madem masamız deniz kıyısında, üçüncü sandalyenin sahibi de “Gözlemci Balıkçı” olurdu. Şiire doyardık bir süre sonra, söz masanın diğer yakasındaki Sait Faik’e gelirdi bu sefer. Hikâyelerini dinlemeye koyulurduk, arada bir de şiirlerinden okurdu. Bir de balıkçı dostlarıyla anılarını anlatırdı. Lakin denizi görünce tutamayacak kendini, adım gibi eminim, dudaklarından şu dizeler dökülecek;

“Deniz diplerinden yakamozlar

Dikenleri batan süngerler

Hepsi hepsi gelecek.

Benim için konuşmaya, dinlersen

Onlara da açtım bu sevdadan.”

Hava kararırken, sözler yerini sükûta bırakıyor sözü ben almak istiyorum. Hayalimde resmettiğim manzaradan geriye bir masa, üç boş sandalye, dalga sesleri, bir de ben kalmak üzereyim. Üç sanatkârın suretleri birer birer kayboluyor, bakışlarım onlara kilitleniyor.

Önce Orhan Veli kayboluyor gözlerimin önünden. “Nereye?” diyorum. Gülümsüyor, “Bir gün senin de geleceğin yere” diyor. Ardından gözlerim Attila İlhan’a dönüyor. “Sen de mi?” başını aşağı yukarı sallayarak yanıtlıyor. Gözlerimi, son bir umutla Sait Faik’e çeviriyorum. “Sanat, şiir, öykü?” diyebiliyorum sadece. Tek cümle söylüyor “Ölüm var evlat, ölüm var.”


Cantürk Genç'ın Yazısı.