Efendimiz günde iki öğün yerdi. Sofrası; hayatının her alanında olduğu gibi sade idi. Bununla beraber; sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yönlü beslenmez, eve geldiğinde; yemek yoksa bunu sorun etmez, bazen bir iki hurma ile de yetindiği olurdu. Az yemeyi tavsiye ederdi.

Peygamber Efendimiz her konuda olduğu gibi yemek konusunda da bizim için en güzel örnektir. Hadis kitaplarından  öğrenebildiğimiz kadarıyla Efendimiz günde iki öğün yerdi. Sofrası; hayatının her alanında olduğu gibi sade idi. Bununla  beraber; sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yönlü beslenmez, eve geldiğinde; yemek yoksa bunu sorun etmez, bazen bir  iki hurma ile de yetindiği olurdu. Az yemeyi tavsiye ederdi. Haram olan yiyecek ve içecekler hâriç, diğer bütün yiyecekleri yerdi. Bazı  yemekleri daha çok sevse de, hiçbir yemek için “sevmiyorum” ifadesini kullanmazdı. Yemek davetlerine icabet ederdi. Yemeğe  başlamadan önce ve yemekten sonra ellerini yıkardı.

Besmele ile başlar, uygun ve kısa bir dua ile bitirirdi. Sağ eliyle yerdi. Sol eliyle yiyenleri ikâz ederdi. Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yerdi. Yemek yerken sağa, sola dayanmaz, yemeğin  yaslanarak yenilmemesini tavsiye ederdi. Yüzükoyun uzanarak yemek yemeyi yasaklardı. Yemeğin israf edilmesini menederdi.  Soğan, sarımsak gibi kokusu başkalarını rahatsız eden yiyecekleri yedikten sonra toplum içine girmeyi hoş karşılamazdı. Yemeğin  çok sıcak yenmemesi gerektiğini söyler, bununla beraber; yemeğe ve suya üflememeyi tavsiye ederdi. Yemek ve su kaplarının  ağızlarının kapalı tutulmasını isterdi. Aile fertlerinin yemeği bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli  olduğunu belirtirdi. Yemekte; aşırıya kaçmadan konuşup sohbet ederdi. 

Bir gün; ashabın büyüklerinden olan Sa’d bin Ebi Vakkas [ra] Hazretleri, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ya Resulallah!  Dua buyurunuz da ben duası makbul olanlardan olayım” dedi. Efendimiz de O’na: “Ya Sa’d! Helâl ve güzel ye. Duan kabul  olur” buyurdular. (Gazali, İhya, c.2 s.114 Müesseset-ül Halebi 1967- Kahire) Yukarıdaki rivayetten de anlaşılabileceği gibi: Yediği  gıdaların; insanın maddi vücut yapısında olduğu gibi, manevi terakkisinde de çok büyük te’siri var. Bu sebeple tasavvuf ehli için yemek, hem tefekkür, hem edeb hem de nefsin eğitimi açısından üzerinde çokça durulan bir konu. Çoğu tarikattaki “az yeme, az  uyuma, az konuşma” kuralı ise nefsin eğitiminde belli bir süre/seviye için geçerli. Esasında; nefis belli bir kıvama geldikten sonra bu  kısıtlama kalkıyor. Hatta yemek yeme; ibadet ve hizmet için gerekli olan bedensel enerjinin sağlanabilmesi için lazım  olduğundan; bizatihi ibadet sayılıyor.

Bir Sofradan Çok Daha Ötesi

Mevlevi tekkelerinde; yemek pişince kazancı dede gelir; niyaz edip kapağını açardı. Dervişler, kabı yere indirirler, Kazancı Dede  gül-bâng çeker, hep beraber “Hü” denirdi. Yemek vakti gelince mutfağın, yemek yemeye mahsus olan kısmında sofralar kurulurdu.  Kaşıklar, yüzleri sola, sapları sağa gelmek üzere sofranın kenarına, yüzleri yere gelmek şartıyla konurdu. Sûfiler, kaşığı açık koyar,  “duâda” derler. Mevleviler kapalı koyar; “niyazda” derlerdi. (İşin esâsıysa, kir göstermemek, ayıp örtmektir) Kaşıkla yenen yemekte  herkes, kaşığından çorba yahut herhangi bir şey içince, her defasında, kaşığını yüzükoyun koyar. Kaşıklar dizildikten sonra herkesin  önüne bir tutam tuz konurdu.

Yemek vaktini haber vermeye memur olan derviş, önce şeyh dairesinin önünde, sonra hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle, «Hû... Somata salâ» diye, bağırırdı ve beraberce sofraya  oturulurdu. Ortaya çorba gelir. Yemek, bir kaptan yenir ve yemekte hiç konuşulmazdı. Herkes, şahadet parmağını önündeki tuza  banıp tadarak yemeğe başlardı. Kaşık, dâima kapalı ve sola müteveccih olarak konur, yemek yenirken ağız şapırdatmak, sağa - sola bakmak, başkasının önünden yemek hoş karşılanmazdı. Çorba bitince, hizmete memur olan derviş, kabı alırken, diğeri öbür yemeği  koyardı. Kalabalığa göre iki, üç derviş, ayakları mühürlü olarak, sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak, bekler, su isteyenleri  gözetirlerdi.

Su içmek isteyen, bir lokma ekmek koparır, sağ elindeki lokmayı sol omuz hizasında tutar ve su verecek  derviş hemen su dolu bardağı alt tarafıyla görüşerek su isteyene sunardı. Suyu alan içinceye dek herkes, yemekten el çeker,  beklerdi. Suyu içince; şeyh, sessizce su içene «Aşkolsun» der gibi elini kalbinin üstüne koyup, hafif bir baş keser; o da aynı tarzda mukabelede bulunur ve bardağı gene alt tarafıyla görüşüp sâkiye sunardı. O da alıp gene aynı tarzda görüşerek yerine gidip testiden  su doldurur ve ayağını mühürleyip eskisi gibi durur, pilav gelince herkes düzelirdi...

Görüldüğü gibi tasavvufta yeme içme; salt karın doyurma amacıyla yapılan öylesine bir ihtiyaç karşılama değil; insanı eğiten, terbiye  eden, incelten, tefekküre yönelten; sonuç olarak da Hakk’a ulaştıran önemli bir ibadet. Bizim gibilere düşense; yediği lokmayı bile  Hakk’a vesile eden; gönül erlerine “afiyetler olsun” demekten ibaret.


Sinan Özgenç'ın Yazısı.