Yusuf Deren

Adam aldı eline gazeteyi. Şöyle bir ilk sayfaya sonra bir son sayfaya baktı. Daha sonra spor sayfasını açtı. Bir beş dakika kadar sonra gazeteyi ikiye katladı. Tam bana geri vereceği sırada muhtemelen “acaba teşekkür etsem mi, yoksa hiçbir şey demeden yerine mi koysam” ikilemi yaşadı. Ama ikisini de yapmadı.

Bilet alırken zihnimde güneşi yanlış yerde konumlamam yol boyunca güneş ışıklarına maruz kalmama neden oldu. “Cam kenarı”nın rahat uyuyabilme, başını cama yaslayıp kendinden geçme, bozkırın müthiş manzarasını seyredebilme gibi avantajlarının yanında bu tür dezavantajları da var işte.

Her hafta böyle yolculuklar yaptığımdan olsa gerek, artık şehir içi seyahat gibi geliyor bana bunlar. Koltuğa oturup gazetemi ve kitabımı okuyorum, beş altı saat sonraysa iniyorum. Birkaç aydır sürekli gidip geliyorum. Hal böyle olunca şimdiye kadar yanımda oturanlar (ya da yanında oturduklarım) tam bir Türkiye mozaiği oluşturuyor. Önümdeki gazeteyi teklifsizce alanlar da var, kendi koltuğu yetmezmiş gibi benim koltuğumun dörtte birini işgal edenler de. Her hallerinden kibar olduğu belli olanlar da var, izlediği filme kendini fazlasıyla kaptırıp yorum yapan, kahkahayla gülen de. Yani üç tarafı (?) denizlerle çevrili ülkemizin güzel yörelerinden bin bir insan tipi var bu seyahatlerde.

Geçenlerde bir tanesi “gazetenize bakabilir miyim” deyince “tabii” dedim. Tabii dedim ama yine de düşünmeden edemedim: Madem ki bu insanlar gazete okumak istiyor neden yolculuk öncesi birkaç tane veya en azından bir tane gazete almazlar da böyle başkalarının gazetelerine sulanma ihtiyacı içine girerler. Neden beş altı saatlik bir yolculuk için uyumak veya başkalarından gazete istemek dışında bir alternatif düşünmezler…

“Bakabilir miyim” dediği, benimse “tabii” dediğim gazete Taraf’tı. Ama adamda kesinlikle Taraf okuyacak bir… Ne diyeyim, potansiyel değil de… Yani adamın o taraklarda bir bezi yoktu. O anda içimden bu tür adamlar için yanımda bir “Posta” bulundurmak geçti. “Keşke” dedim “bu türden bir gazete olsa yanımda, adama versem, geri de almasam.” Ne var ki yanımda Zaman, Taraf ve Radikal’den başka (Doğan Grubu’nun bu gazetesini aldığım için üzgünüm. Ama Murat Belge, Gökhan Özgün, Perihan Mağden bu gazetede yazıyor) bir neşriyat yoktu.

Adam aldı eline gazeteyi. Şöyle bir ilk sayfaya sonra bir son sayfaya baktı. Daha sonra spor sayfasını açtı. Bir beş dakika kadar sonra gazeteyi ikiye katladı. Tam bana geri vereceği sırada muhtemelen “acaba teşekkür etsem mi, yoksa hiçbir şey demeden yerine mi koysam” ikilemi yaşadı. Ama ikisini de yapmadı. Çünkü teşekkür etmek erkek adamın şanına yakışmazdı. Etmese de sanki biraz tuhaf kaçacaktı. Ardından katlanmış gazeteyi kendi koltuğunun ön tarafındaki fileye koydu. Böyle olunca “acaba bana gazeteyi nasıl verecek” diye bir meraktır aldı beni.

Sonra, biraz daha yol aldık. Ve daha on sekizine yeni vardığını zannettiğim muavinin “yirmi beş dakika konaklayacağımız (!) mola yerine” geldiğimizi haber veren anonsu eşliğinde otobüsten indik. Çam ağaçlarıyla bezeli ormanın ortasında içtiğimiz mis gibi çay insanın bütün yorgunluğunu unutturmaya yetiyordu doğrusu. Ama sonra anonsla indiğimiz otobüse bu sefer başka biri tarafından yapılan anonsla geri bindik. (Bu cümledeki tuhaflık için affınıza sığınıyorum.)

Otobüsteki yerimi bulduğumda yanımdaki adamın boş olan başka bir yere oturduğunu, gazetemi kendi boşalttığı yere bırakıp “aha gazeten burada işte” demeye getirdiğini, gazetenin ilk sayfasının yerinde olmadığını, yani dört sayfasının eksik olduğunu anlamış bulunuyordum. Artık bana şu sorulara uygun cevaplar bulmak düşüyordu:

1) Bu adam için teşekkür etmek niçin bu kadar zordu? Acaba travmatik bir teşekkür hadisesi yatıyor olabilir miydi bunun altında?

2) Acaba bu şahıs gazeteyi bana bu şekilde vermeyi ne kadar bir zamanda tasarladı? Bu müthiş buluşu için daha sonra kendisiyle gurur duydu mu?

3) Peki, bu adam niçin gazeteyi bana eksilterek verdi. Beni kendince zararlı gördüğü bir enformasyondan koruma saikıyla yapmış olabilir mi?

4) Bu tür insanlardan aramızda çok var mı?


GENÇ'ın Yazısı.