Ayhan Işık / Genç Haber Merkezi

Görüşme aralığı biraz açılmıştı. Aradığımda sınav döneminden kaynaklandığı imajını veren ses yorgunluğu ile telefonu açtı. Üç beş hâl hatırdan sonra konuşmamızın içerisinde kullandığı bir cümle bana yetti. Bakıldığında hiç bir özelliği olmayan o cümle bir baba yüreğini huzursuz etti. Öyle huzursuz etti ki, baş ağrısına kadar gitti. Sıkıntımı eşime açtım akşam. Ve “birde sen ara bakalım” dedim. Annesi aradığında -benim hariçten açtığım konuya- verdiği karşılık tereddütümü hafifletmedi. Zannımı gidermedi. Yoğunlaştırdı. Yatsı namazında imam efendinin komutlarına cemaate paralel uyum sağlayabildim sadece. Duayı beklemeyecektim ama buna daha çok ihtiyacım olduğunu fark edip oturdum ve şahsa özel kullandım dua hakkımı.

“İstesem giderim.” (gezi parkına) demişti. Telefonda bana kullandığı cümle sadece bu. Annesi ile konuşurken kurduğu cümle de şu:

“Olaylar sizin bildiğiniz gibi değil. Televizyonda gösterilenden çok farklı.”

Namazdan sonra oturdum bilgisayarın başına ve bir mektup yazdım oğluma. Sonra yatağıma uzanıp mışıl mışıl uyumadım tabii ki. Uyuyamadım. Salavatları, tesbihatı kaç kez düzelttiğimi, kaç kez yarıda bırakıp baştan aldığımı, tekrarların kaçında kendimi kavga ederken bulduğumu hatırlamıyorum. Sabah uyandığımda kavga hâli devam ediyordu hâlen daha. Ve ikinci mektubu oğluma değil sadece, tüm genç arkadaşlarıma yazdım. Bu tuzağa çekilebilecek en saf en güçlü ideal onlarda çünkü. Saf dediğim için kızmasın hiç kimse. Kastettiğim tecrübe edilmemiş deneyimler. Birinci mektubun bazı satır başlarını paylaşmak istiyorum hiç tarzım olmadığı hâlde.

İki temel nasihatimden birisi -bilinmesini hiç istemediğim, kendimi çok sorguladığım hani nerede ise sır gibi sakladığım- şu: yıllar önce oğluma kurmuştum bu cümleyi. “Kitap okumanı, kıldığın namazlardan daha çok önemsiyorum.” demiştim. “Öyle ki her şeyi yapabilirsin ama kitap okumayı bırakamazsın.”

Allah niyetimi de nedenimi de biliyor ya madem böyle insanı dinden çıkaracak kadar tehlikeli bir kelam ettik arz etmeye çalışayım.

Kendimizi eğitemedik

Bu toplumun cevapsız kalan en basitinden en hayati sorularının müsebbibi cehalettir. Bir diğer ifade ile başımıza her ne geldi ise cahil Müslüman yüzünden gelmiştir. Bu dine cahil Müslüman’ın verdiği zararı hiç kimse vermemiştir. Kur’an’da geçen “Vay o namaz kılanların hâline....” ikazının mü’minin canından bütün enerjisini söküp alır, ölüm acısını yaşatırcasına. Burada ninemin saf imanından bahsetmediğimi de herkes bilmeli. Buna rağmen oyun masasına “Şeytanınız bol olsun...” duası ile oturan, “Din benim ile Allah arasında” diyen, “içkimi de içerim, haccıma da giderim” felsefesini temel prensip olarak kabul edip, “Allah büyüktür, elbet affeder” temennisine sığınan cehaletten, zavallılıktan bahsediyorum.

Biz en başta kadınımızı, annelerimizi eğitemedik cahil bıraktık. Zira bir erkek sadece bir erkek iken bir kadın çok şeydir. Bir sülaledir. Yıllarca çeşitli gerekçelerle kadını cahil bırakılmış bir toplumun ayağa kalkması ister istemez biraz zaman alacaktır. Bu konuda da gerekli ikazlar yapıldığı hâlde birilerin pis ve çirkin emellerine kurban ettik kadınlarımızı. Kadın eğitilmeyince, muhafaza edilmeyince arkası çorap söküğü gibi geldi. Eğitemediğimiz kadınımıza namusumuzu, malımızı ve en kıymetli varlıklarımızı –çocuklarımızı, canlarımızı- emanet ettik. Analık şefkatinin önüne geçemediler bir tek. Onu söküp alabilselerdi kadınımızdan işte o zaman “vay hâlimizeydi...” Eğitemediğimiz annelerimizin elinde kalan temel ahlaki değerlerden yoksun nesil, doğruyu yanlışı göremez, haramı helali bilemez elbette.

Her şeyden damgalanıyorduk

Diğer konu başlığı toplum üzerinde oluşturulan ağır korku ve endişe havası idi. Çakalların en çok sevdiği hava. Müslümanlar üzerinde her türlü baskı ve zulüm o kadar artmıştı ki bir stat dolusu insanın üzerinden defalarca tankları geçirseler kimse gıkını çıkaramayacaktı. Şu hesabı yaptığım gün daha dündür. Her an darbe olabilir idi. Orduya açık darbe davetleri yapılıyordu. Eğer öyle bir şey olursa konu komşuyu toplarım diye düşündüm önce. Ama kimsenin katılacağına aklım kesmediği için kendi ailemi alıp çıkacaktım tankların önüne. Hiç abartmıyorum. Bizzat bu hesapları yaptığım günlerin üzerinden daha on yıl geçmedi. İnsanlar, evlatları askeri okullardan atılmasın diye cami cemaatini bıraktı. Namaz kılmayı bıraktı. Evlerin duvarlarında asılı Kur’an’lar, çekyatların altlarına girdi. Evinize kadar gelip bakıyorlar mıydı derseniz? Evet. Evlerin içine kadar gelip istihbarat çalışması yapmak çok normal bir davranış idi. Fiilen resmi kıyafetli birileri evinize geliyor, “Müsaitseniz bir çayınızı içmeye geldik.” diyorlardı. Reddetme ya da erteleme şansı olmadığını taraflar çok iyi biliyordu. Gizli yapılan istihbarat çalışmalarından hiç bahsetmiyorum bile. İşin en can acıtıcı tarafı ise bu çalışmaların sadece boyuta indirgenmiş olasıydı. Çünkü bölücülük ve irtica en baş tehdit idi. Okuduğunuz gazeteye, abone olduğunuz dergiye, izlediğiniz televizyon kanalına göre damgalanıyordunuz.

İnsanları damgalıyorlardı. Hem de bunun kimin tarafından yapılacağını hiç kestiremiyordunuz. Bazen eş, bazen evlat bazen de anne, baba bile bu cehaletin bir parçası olabiliyordu. İnsanlar açıktan olmasa da ellerinde listeler ile dolaşıyordu. Bucu, şucu diye. Ne zaman? Daha dün.

Kreşte değilsiniz artık

Bütün bunlar yaşanırken siz neredeydiniz diye soran birisine gezi eylemcisi gençlerden biri şu cevabı vermiş. “kreşteydik” diye. Program konuğu da “çok güzel cevap vermiş aslında” diyor. Neresi güzel. Benim bahsettiğim saflık tam da bu işte. Doğru; Mayıs ayı sonunda patlak veren olaylarda yer alan gençler o zamanlarda kreşlerdeydi. Hoş ben gençlerden ziyade ortalıkta yaşını başını almış, saçı, sakalı, tipi bir garip koca koca heriflerden başka bir şey görmedim ya neyse onların dediği gibi olsun. Artık kreş dönemi bitti. Büyüyün ve farkına varın artık oynanan oyunun.

Bir diğer başlıkta “Olaylar televizyonlarda gösterildiği gibi değil.” diyordu. Ben şimdi herkese soruyorum: “Televizyonların gösterdiklerinin sadece tarafımızdan bilinmesi istenen kadar olduğunu.” yeni mi fark ettiniz. Tebrik ediyorum. Böylesi bir tespiti yapabildiğiniz için. Bu çok iyi bir gelişme. Buradan kesinlikle sonuç çıkar. Olaylarda benim bilmediğim görmediğim çok el olduğu da doğru. Ama bunlar öyle pis ve kirli eller, emeller ki dolayısı ile zaten pislikten görünmüyor.

Memleketimde olup bitenlerle herkes bir şeyler konuşuyor ya, bir tartışma ortamında birisi demişti ki: “İnsanlar kandırılıp aldatılıyor. Gerçekler insanımızdan gizleniyor. Ah! Bir görebilseler gerçekleri.” Böyle konuşurken, aldatıldıklarını iddia ederken, benim tarafımı kast ediyor idi. Ben de aynısı ile cevap vermiştim. “Arkadaş hiç kusura bakma. Bu taraftan bakınca ben de aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gördüğünüz gibi görüyorum.”

Bir badire daha atlattı memleketim. Konuyu uzatmamın sebebi sonbahar sıcak olacak mesajları. Bu konuda çok ciddi yorumlar, köşe yazıları ve haberlere rastlıyorum. Bu konudaki temel yaklaşımım şu. Gösteri ve eylem mi yapmak istiyorsunuz? Buyurun süresi, yeri, belli, yasal olarak izinleri alınmış her türlü etkinlikte bulunma hakkına sahipsiniz. Ama işgal etmeyin. Aynı noktada sınırsız olmaz. Kırıp dökmek, yakıp yıkmak, birilerinin malına veya canına zarar vermek söz konusu olunca kusura bakmayın. Olmaz. Olmamalı.

Sonbaharda yapılacağı söylenen büyük eylem

Sonbaharda yapılacağı söylenen eylemlerdeki endişe en başta milletimizin, devletimizin, kimsenin işine yaramaz. Kaç tane can gitti. Maddi hasar ya da zarar umurumda bile değil. Keşke hiç olmasaydı. O konuda da çok insanın canının yandığını biliyorum. Ama canla değişilmez. Gene de “Mal canın yongasıymış.” Ateş düştüğü yeri yakıyor maalesef.

Benim esas vurgulamak istediğim; sonbaharda yapılmaya çalışılan çok daha büyük ve kapsamlı proje senaryoları. Hani tabir yerinde ise “öldürücü son darbe” için bıçaklar bileniyor. Bu da Türkiye’nin bölgesinde üstlenmeye çalıştığı yeni rolden ve duruştan rahatsız olan, dış kaynakları ve desteği tek amaç için birleştirmeye, tek hedefe yöneltmeye yetiyor. İçerdeki birbirine zıt asla yan yana gelmesi mümkün olmayan grupların aynı amaç çerçevesinde örgütlenebilmesi örneği gerçekten çok enteresan. Aynı senaryo bu kez de dış güçlerinde bariz ve yoğun işbirliği ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Çözüm sürecinden, Suriye, Mısır, İsrail, Ortadoğu’dan, ekonomik kriz, askeri vesayet veya darbelerden, Büyük Orta Doğu projesinden falan filan bahsetmenin hiçbir anlamı ve mantığı yok. Dünyanın dikkatini çekecek büyük ve kitlesel gösteriler yapmak, ekonomiyi durdurmak, memleketi yakıp yıkma pahasına hükümeti devirmeye çalışmak ve benzeri eylemler kimi sevindirir? Kimi üzer? Sorularının cevabını dünün kreşlilerinin vicdanına bırakıyorum.

Bir de geçmişte olanlarla Gezi’de olanların ve yakın gelecekte olup bitecek muhtemel olayların arasında nasıl bağlantı kurabildiğimi merak edenler varsa bilsinler ki değişen sadece figüranlar, zaman, sahne ve gerekçeler. Senaryoyu yazıp kurgulayanlar ve yönetenler hep aynı. O yüzden bu film tutmaz… 


GENÇ'ın Yazısı.