Cüneyd-i Bağdâdi’den İmam Gazali’ye, Abdülkadir Geylani’den Şah-ı Nakşibend’e, İbn Arabi’den Mevlana’ya, Hacı Bayram Veli’den Aziz Mahmud Hüdai’ye, irfan mektebinin pek çok siması; sahip oldukları ilim ve irfanla bu ümmetin önünde birer meşale olmuşlardır. Her biri farklı üslup ve yöntemlere sahip olsalar da, hepsinin değişmeyen nihai hedefi, insanı varoluş amacının gerektirdiği istikamete yönlendirmek; günübirlik olayların ötesinde ebedi hayata hazırlamaktır.

Bir medeniyet, inşa ettiği kelime ve kavramlarıyla var olur ve varlığını sürdürür. Bu kelime ve kavramlar, o medeniyetin varlık anlayışını, dünya görüşünü, hayata bakışını yansıtır. Bunlar, o medeniyeti başka medeniyetlerden ayıran niteliklerin de birer ifadesidirler.

İslam medeniyeti de daha en baştan kendine özgü kavramlarını üretmiştir. Bu kavramlar bütün inanç, ibadet ve düşünce sisteminin çerçevesini oluşturmuştur. Zaten zengin bir dil olan Arapça, İslam’la birlikte yeni bir aşamaya girmiş, evrensel bir din ve medeniyet diline dönüşmüştür.

Mesela İrfan, İslam ortak mirasının çok zengin anlam ve çağrışımları olan bir kelimesi. Bu mirasın bilme, tanıma, anlama, sezme, idrak etme, ihata etme gibi düşünsel hayatın vazgeçilmez eylemleri olan anlamları yüklediği bir kavramı.

Sözlükte irfana “kültür” anlamı veriliyor ki; Cemil Meriç kültürün irfanın yerini asla tutamayacağını söylüyor: “İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi sokulan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür.” (Bu Ülke, s. 99)

Öyle anlaşılıyor ki büyük mütefekkir, irfanı çok derin bir tefekkürün, kuşatıcı bir vukufun ürünü olan bilgililer olarak görüyor. Ancak, böyle bir irfanın zamanla kaybolup gittiğine de hayıflanıyor. Evet, irfan yüzeysel olarak elde edilmiş bilgi yığınları, eskilerin deyimiyle malumatfuruşluk değil; bir konuya adamakıllı vakıf olmak, onu özümsemek ve benimsemektir.

Bunun da ötesinde irfan, bir milletin imanı, manevi değerleri, tefekkürü ve aşkıyla vücuda getirdiği bütüncül birikimidir. İşte Cemil Meriç kendini, “Türk irfanına” adanmış bir fikir işçisi olarak görmektedir.

***

İrfan bir de, genel anlam ve nitelikteki bilgileri değil, daha özel ve ayrıntılı bilgileri ifade ediyor. Bu yönüyle ilimden ayrılıyor. İrfan: “Gerçeği anlama hususundaki güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı” olarak tarif ediliyor. (İlhan Ayverdi, Misalli Türkçe Sözlük, II, 1429) Yani irfan zihinsel/entelektüel bir eylem olmaktan çok; manevi, kâlbi bir yetenek ve emeğin sonucunda elde ediliyor.

İrfanın İslam düşüncesi içinde kazandığı daha özel bir anlamı vardır. Bu anlam da sözlükte: “Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın hakikatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vakıf olma, tevhit ilmini zevk edinme” diye tarif ediliyor. Bir başka deyişle irfan, tasavvuf disiplini sonucunda gerek bilgi gerek maneviyat bakımından elde edilen kazanım ve donanımlardır.

İslam’ın ilk asırlarında, Müslümanların fetihlerden sonra zenginleşmesiyle, lüks ve gösterişli bir hayat revaç kazanmıştı. Müslümanlar çeşitli ilim ve sanat dallarında hızla ilerliyorlardı. Ne var ki Allah Resulünün (s.a) özenle teşvik ettiği zühd, takva, dünyaya bel bağlamama gibi nitelikler arka plana itiliyordu.

Böyle bir ortamda bazı kişiler dinin manevi boyutunu daha çok önemsediler. Allah sevgisinin, Peygamber aşkının daha baskın olduğu; ibadet ve takvanın daha ön plana çıktığı bir İslamî anlayışı benimsediler. Bu anlayış zamanla kendi düşünce disiplinini ve bilgi sistemini de oluşturdu.

Bu disiplin, İslam düşüncesinde İrfan mektebi diye isimlendirilir. İrfan mektebinin üstad ve talebelerine ise Ehl-i irfan denir. Erol Güngör’ün ifadesiyle onlar, dini sadece kaideler bütünü olarak almayıp onun deruni manasına nüfuz etmeye çalışmak ve dolayısıyla manevi hayatı maddi hayata üstün kılmak, Allah’la kul arasındaki münasebeti iyice derunileştirmek, amacını taşıyorlardı. (İslam Tasavvufunun Meseleleri, s. 55)

İrfan mektebi, her dönemde İslam düşünce ve yaşayışında hayati bir önem taşımıştır. Toplumda manevi değerlerin ayakta kalmasında, farklı coğrafyaların İslam’la tanışmasında, Allah ve Peygamber sevgisinin diri tutulmasında ciddi bir rol oynamıştır. Özellikle İslam dünyasının üzerinde kara bulutların dolaştığı dönemlerde, ehl-i irfan, Müslümanlara umut aşılamış, yeni ufukların kapılarını açmıştır.

Cüneyd-i Bağdâdi’den İmam Gazali’ye, Abdülkadir Geylani’den Şah-ı Nakşibend’e, İbn Arabi’den Mevlana’ya, Hacı Bayram Veli’den Aziz Mahmud Hüdai’ye, irfan mektebinin pek çok siması; sahip oldukları ilim ve irfanla bu ümmetin önünde birer meşale olmuşlardır. Her biri farklı üslup ve yöntemlere sahip olsalar da, hepsinin değişmeyen nihai hedefi, insanı varoluş amacının gerektirdiği istikamete yönlendirmek; günübirlik olayların ötesinde ebedi hayata hazırlamaktır.

İrfan mektebi, sürekli değişen şartlar arasında; siyasi çalkantılar, iç çekişmeler, savaşlar gibi sonu gelmeyen kaos ortamlarında tek bir şeyi, insan-ı kâmil yetiştirmeyi hedeflemiştir. İrfan mektebi, her dönemde “görünmeyen bir üniversite” gibi bu fonksiyonunu yerine getirmiştir. Böylece manevi dinamiklerin yıkılmadan ayakta kalmasında bir supap görevi görmüştür.

Bu sosyal işlevinin ötesinde, irfan mektebinin edebiyat, sanat, estetik yönden ortaya koyduğu ürünler azımsanmayacak boyutlardadır. Örneğin Hallac’ın, Attar’ın, Celaleddin Rumi’nin, Yunus’un, Şeyh Galip’in eserlerini çıkarmaya kalksanız, İslam Edebiyatında koskoca bir boşluk oluşur.

Zaten toplumun onlardan mahrum olması da düşünülemezdi. “Manevi tutulmanın en karanlık çağlarında bile, diyor S. Hüseyin Nasr, ruhani ve keşfi bir karaktere sahip insanlar ortaya çıkmaya devam ederler; ve bu, kesinlikle onların var oluşlarının insani bir toplum yapısı için zorunlu olması sebebiyledir. Şayet insan toplumu keşif ve sezgi boyutlu kimselerden bütünüyle mahrum olsaydı, çok kısaca, varlığı da sona ererdi!” (Tasavvufi Makaleler, s. 29)


Mesut Kaya'ın Yazısı.