Sözü düşürenler onun yerine sükûtu koymadılar. Onun yerine insan benliğini fütursuzca ön plana çıkaran görmeyi/görünmeyi koydular.

İnsan düşünen ve konuşan varlık olarak tanımlanır klasik mantık literatüründe. Bu tanımlamada insana biçilen başat rol düşünmek ve onu dil vasıtasıyla açığa çıkarmaktır. Yine mantık ilminde önemli başlıklardan biri de delalet bahsidir. Delalet bahsinde düşünce  ve dil arasındaki bağ incelenir. Bu meyanda Wittgenstein “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” derken onunla aynı felsefi mezhebe  bağlı olan Martin Heidegger de “dil varlığın evidir” demektedir. Varoluşcu felsefenin bu iki eski müridi daha sonra mezhep  değiştirseler de bu ifadeler hâlâ batı medeniyetinin ruhunu aksettirmektedir. Onlar varlığı ancak dışa vurulabilen (dil) ve  görünebilenle sınırladılar yukarıdaki ifadeleri kullanarak.

Mevlânâ ise “ Dil bir gemi; mana ise bir okyanustur. Dil gemisi mana okyanusunun bütününü kuşatamaz” diyerek varlığı görünen ve  söylenen olarak tanımlayanlara daha uzak ufukları işaret etmektedir. Öyle ya nice düşündüklerimiz var, dilimiz lal kesilir onların  karşısında, nice hissettiklerimiz var cüret bile edemez hiçbir lisan onları ifadeye. Şairden istimdat edelim, ne de olsa yok şiirden kavi  bir his hamalı; “Ağlarım, ağlatamam hissederim söyleyemem/ Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” Âkif’in Safahat’ın okuyucularına seslendiği bu dizeleri, engin bir his dünyasını bağrında taşıyan insanın, aynı enginlikte bir ifade kabiliyetine sahip olmadığını gösteriyor.

Doğu ve batı birer coğrafi tanımlamanın çok daha ötesinde varlığın iki farklı okunuşunu ifade ediyor. Tabii olarak dil de iki medeniyet  mensuplarınca da farklı okunuyor. Bizde dil hem imkân hem de zaaflarıyla gündemde tutuluyor, hatta zaafları daha çok vurgulanıyor. Ama batıda -özellikle 20. yüzyıldan itibaren- dil adeta kutsanıyor. Sözün gümüş sükûtun altın olduğu terazinin Doğu kefesinde  dururken Batı kefesinde susmaktan eser bile yok. Gel de Yunus’a sözü verme! “Söylemeklik harcusı gönüllerin pasıdur/Söylememek harcusı söylemeğin hasıdur.”

Peygamber , “Sözün bir sihri vardır” buyurur. El-Hak öyledir. Ama yine buyurur ki “Kişiye yalan olarak her duyduğunu söylemesi  yeter.” Kur’an’da orta ümmet olarak tanımlanan Müslümanlar, her meselede olduğu gibi bu mevzuda da sözle sükût arasında bir  denge kurmaya çağrılmaktadır. Sa’dî Şirâzî’nin “susulacak yerde konuşup, konuşulacak yerde susan ahmaktır” demesi boşuna  değil. Ne ki modern zamanlarda varlığı dile indirgeyenlerin hegemonyası hâkim. Ağzı olmak her meselede konuşabilmenin değerlendirme yapabilmenin yeter şartı telakki edilir oldu. Çünkü söz kıymetini yitirdi. Jacques Ellul, Türkçe’ye ‘‘Sözün Düşüşü’’  adıyla çevrilen eserinde bu yüzyılı sözün aşağılandığı küçümsendiği bir yüzyıl olarak tanımlar. Batı ve ona eklemlenmeye çalışan  kültürleri esas aldığımızda elbette bu doğrudur. Ancak garip olan şu ki sözü düşürenler onun yerine sükûtu koymadılar. Onun yerineinsan benliğini fütursuzca ön plana çıkaran görmeyi/görünmeyi koydular. İsmet Özel’in modern dönemi tersyüz eden ifadeleriyle söylersek “Vandal yürek görün ki alkışlanasın.”

Düşünceden yola çıktığımda varacağım yerin burası olacağını az buçuk kestirmiştim: Söz söylemenin dayanılmaz ağırlığı. Yunus’un  “Behey Yunus sana söyleme derler/ Ya ben öleyim mi söylemeyince” dediği nokta. Sözümüzü söyledik sıra sükûtta...


Ahmet İğdi'ın Yazısı.