Hayatın İçinden (1-2) isimli kitaplarında topladığı hikâyeleriyle okuyucularının gönlünde taht kuran Cüneyt Suavi’nin hikâyeleri dilden dile  dolaşıyor. Çoğumuz onun hikâyelerini küçük yaşlarda annemizden, ninemizden dinledik. Bu güzel hikâyelerin Cüneyt Suavi’ye ait olduğunu bilmiyorduk o zamanlar. O hikâyeler annemizin hikâyesiydi bize göre. İnsanımız onun hikâyelerini böylesine özümsemişti. Bu  usta hikâyeci Cüneyt Suavi ile hikâyeciliğinden filmlere, geniş bir yelpazede bir söyleşi gerçekleştirdik.

izi “bir yudum hikâye”diyebileceğimiz kısa ve etkileyici hikâyelerinizle tanıdık. Bilinçli bir seçim mi hikâyeyi tercih edişiniz?

70’li yıllarda, Hekimoğlu İsmail’in sohbetlerinden birine gitmiştim. İçeride çok sayıda genç vardı. Hekimoğlu bir ara  şöyle dedi: “Eğer yazar olmak istiyorsanız, dua edin Allah sizi de yazar yapar."

Rabbim beni affetsin, büyük bir hata ederek: “Hekimoğlu, çok iyi attın!” dedim. Çünkü yazar olmayı, insanlara doğuştan verilen bir  kabiliyet olarak görüyordum. Sonra eve geldiğimde söylediğim sözlerden çok utandım. İnsana doğuştan o kabiliyeti veren Zat, daha  sonra sanki veremez miydi?

Rabbim biliyor elbet. Esasında ne hikâye yazmayı, ne de yazarlığı aklımdan geçirmezdim. Zaten kitaplarımın ön sözünde de  belirttiğim gibi, lise son sınıftayken kompozisyon dersinden ikmale kalmıştım. Ama belki Hekimoğlu’nun sohbetini hatırlayıp, daha  sonra bu konuda bir adım attım. Ve Zafer Dergisi’ni çıkartanlardan biri olarak, Rabbimden insanlara yazı yoluyla hizmet etmeyi  diledim. O merhamet sahibi reddetmedi. Ve istediğimden çok daha fazlasını verdi. 1980’li yıllardayken, dergideki bir sayfa boş  kalmıştı. Çünkü o yıllarda dergi yazarlarımız azdı. Bizler farklı isimler kullanarak her sayıda üç-beş yazı yazardık. O boş kalan sayfayı doldurmak niyeti ile ilk hikâyem olan “Davulcu”yu kaleme aldım. Olumlu işaretler aldığımda, bir ay sonra bu işi tekrarladım. İkinci  hikâyem “Yeşil Elbise” idi ve çok şükür ki büyük bir ses getirdi. Başıma da çok büyük işler açtı. Beni yazı yazmaya zorlayan ve “yazarlar” sınıfına girmemi sağlayan hikâye bu oldu. Bu bir sebepti tabi. Çünkü biliyorsunuz, her şey kader planıyla takdir edilir. Bizim  oradaki hissemiz, sadece bir adım atmaktan ibarettir. Ben de öyle bir adım attım işte.

“Yazıyorum” demekten korkuyorum.Çünkü nefsime biraz pay çıkartsam, Rabbim o an kesiyor ilhamını. Aylar geçiyor tek bir satır yazamıyorum. Bu yüzden de diyorum ki ben bir yazar değilim, “yazıcı”yım.

Okuyucularınızdan nasıl tepkiler alıyorsunuz? Yaşadığınız bir hatırayı bizimle paylaşır mısınız?

Özellikle kitap fuarlarında büyük bir sevinçle görüyorum ki, gelen yüzlerce kişi, sanki sözleşmiş gibi: “Hocam biz bu kitaplarla büyüdük, şimdi çocuklarımız da onları okuyor” deyip beni şaşırtıyorlar. Ve bu konuda yaptığım şükürlerin ne kadar az olduğunu gösteriyorlar. Öyle sanıyorum ki “Hayatın İçinden” adlı hikâye kitapları, 80’li yıllardaki çok büyük bir eksikliği gidermiş. Ve  modern tarzdaki kısa öykülere öncülük etmiş. Oradaki satırlar, sadece bir kesim için kaleme alınmamış, her sınıftan her durumdaki insan, o öykülerde kendisinden bir şeyler bulmuş. Onları sahiplenmiş. Bir kitabın, her geçen gün daha da artan bir tempoyla 25 yıldan beri okunması, başka türlü nasıl açıklanır ki? Öykülerden bir ders çıkartılırsa şükrüm artar tabi ki. Mesela sadece bir “Kâbus”  hikâyesiyle kendini bulan, hatta namaza başlayan onlarca insan gördüm, on binlerce insandan dua aldım. Rabbime sayısız şükürler  lsun. Zaten en büyük kazanç da dua almak değil mi? O mübarek dualar, bizim kalemlerimizin mürekkebidir.

Dünya bir yere akıyor, bu akışta biz Müslümanlar olarak kendimizi nereye konumlandıracağız? Bir başka ifadeyle, modern dünyayla  ahbaplığımız hangi seviyede olmalı?

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, yaşadığımız çağ, İslam fedaisi olma çağıdır. Ve bu dünyayla ilgimiz, cemiyet hayatına karışmak tarzındadır. Fedai, gerekirse başkaları için kendisini feda eden kişi değil mi? Ve Allah Resulü, bir kişinin imanını kurtarmaya vesile  olmanın, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlı olduğunu söylememiş mi? Her şuurlu Müslüman, bütün kusurlarına ve  günahlarına rağmen, kendisini bir “kurtarıcı” olarak görmelidir, ya da bir bataklıktaki kayalar gibi… Diğer insanların onlara basarak ya  da tutunarak selamete ereceği, boğulmaktan kurtulacağı kayalar. Bu arada o kayalar biraz ezilebilir, üstlerine biraz çamur  bulaşabilir. Ama niyetler halisse, Rabbim bütün pislikleri tek tek giderir, o adi kayaları, bir Hacer-ül Esvet gibi tertemiz kılar, inanılmazderecede şereflendirir.

Özellikle gençler için bu çağda hakka yakın yaşayabilmek gittikçe zorlaşıyor gibi. Gençler çağa karşı nasıl bir tavır ve hâl içerisinde olmalılar?

İslam âlimleri, çağa karşı direnmenin en önemli ilacını, tahkiki (araştırılarak elde edilen) bir imana sahip olabilmek şeklinde  gösteriyorlar. Ve bu tür imanı elde eden birinin kâinata meydan okuyacağını, hiçbir şeyin onu sarsamayacağını ve korkutamayacağını ifade ediyorlar. Böyle bir iman için önemli bir çaba gerekiyor elbette, cehd gerekiyor, ciddi ve programlı bir şekilde okumak gerekiyor.  Her halde en önemlisi de, öğrendiğini yaşamak gerekiyor. Bu harika ilaç, eskiden her Müslümana bol bol yetermiş. Fakat  zamanımızda,özellikle son bir asır içinde, bu ilaç da yeterli bulunmuyor. Çünkü o kişinin imanı ne kadar kuvvetli olursa olsun, şer  odaklarının bir araya gelerek ürettiği fitnelere, tek başına direnmesi mümkün olmuyor. Ve imanı elde tutmak, bir ateşi tutmaktan farksız görünüyor.  

Ahir zamanda imanı elde tutmanın,ateşi elde tutmak kadar zor olduğu  gerçeği, cemaatlere işaret ediyor denmiş. Yani ateş kimin  eline geçmiş ise, o kişi fazla yanmadan onu hemen yanındaki bir kişiye verecek, o da hemen yanındaki başka birine. Kısacası ellerin yanmaması için “cemaat”in varlığı gerekiyor. Zaten İslam âlimleri, günahların üzerimize sel gibi aktığı zamanımızda şahsî ibadetlerin yeterli olamayacağını, ancak cemaatlerin oluşturduğu şahs-ı manevî ve iştirak-ı âmal-i uhreviyye sırrı ile ayakta durmanın  mümkün olacağını söylemişler. İştirak-ı âmal sırrı, Cenâb-ı Hakkın bu asırdaki kullarına en büyük ihsanlarından biridir. İmanve ihlâs ile bu sırrı yakalayan cemaat mensupları, o cemaatin kazandığı sevapların aynısını kazanır. Yani başlı başına bir cemaat hükmüne  geçer. Aksi halde şahsî ibadetlerle, bu asrın günahlarına dayanmak zordur. Karşımızda bir şer ordusu mevcut… Herkül gibi kuvvetli  olsanız da, onların karşısına tek başına çıkarsanız sizi ezip geçerler. Bir nuranî cemaate bağlanamamak, onlardan ayrı kalmak, bu  asırda büyük bir tehlikedir. 

“Yazıyorum” demekten korkuyorum.Çünkü nefsime biraz pay çıkartsam, Rabbim o an kesiyor ilhamını. Aylar geçiyor tek bir satır yazamıyorum. Bu yüzden de diyorum ki ben bir yazar değilim, “yazıcı”yım.

İnsanlar artık daha çok görsel olana yöneliyorlar. Bunun için hikâyelerinizin film yapılmasını ister miydiniz?

Bu hikâyelerin film haline getirilmesi aşk derecesinde istediğim ve arzuladığım bir husus. İki TV kanalı, bu konuda istekte  bulundular. Fakat bu filmleri, en ucuz şekilde çevirmek istediler. Oysa ucuzluk, iyi senaristler devre dışı kaldığı için kötü senaryo demektir, yetersiz oyuncular ve kötü çekim demektir. Sonunda da büyük bir ihtimalle kötü film demektir. Allah da nasip etmedi çok şükür.

Kaliteli filmlerin gücünü ne yazık ki hâlâ anlayamadık. Oysa yıllardan beri, gençlerimizin önemli bir kısmını, kaliteli bir şekilde çevrilen kötü amaçlı filmlere kurban verdik. Gençlerimiz o tür filmlerle bozuldu, bunu göremiyorlar. “Üç-beş tane filme harcayacağımız parayla bir okul yaparız” diyor hayırseverler(!). Böyle kısır görüşlerle bir yere varılır mı? Rahmetli Mustafa Akkad (Allah ondan bin kere razı  olsun) bir okul parası ile “Çağrı”yı çevirmişti. Bir okul parasıyla da “Ömer Muhtar”ı. Ömrü vefa etseydi, Selahaddin Eyyübi’nin muhteşem hayatını, Endülüs’ün en parlak dönemini ve İstanbul’un fethini beyaz perdeye aktarmak niyetindeydi. Ne yazık ki olmadı. Belki on binlerce kişi onun filmleriyle Peygamberini tanıdı, O’na hayranlık duydu. Belki Rabbini de bu yolla bildi. Bu güzellik kıyamete kadar devam edecek. Ve tek başına bir film, belki binlerce okulun yaptığı hizmetten fazlasını yapacak.

Türkiye’de üniversitelerin öğrencilere verdikleri değil de veremedikleri nelerdir sizce? Bu eksikler nasıl giderilecek?

Bundan altı ay önce, kendi kendime sordum: “Cüneyd Suavi! Sakarya Üniversitesinde 29 yıl boyunca hocalık yaptın, öğrencilerine neler verdin?” diyerek. O düşünceyle uykularım kaçtı, “Ya Rabbi! Acaba bu bakımdan beni sorgular mısın? Sana nasıl hesap veririm?” dedim. Bu endişemin sebebi çok basitti. Çünkü benim vereceğim meslekî bilgileri başka hocalar daha iyi verebilirdi. Bu bakımdan büyük bir paniğe kapıldım. Fakat Rabbime sonsuz şükürler olsun, o haftalar içinde, yurt dışından üç öğrencim beni aradı.

Ve âdeta bir keramet göstererek: “Hocam! Bize o kadar çok şey verdiniz ki! Hakkınızı ödememiz mümkün değil” dediler. Neler  verdiğimi sordum tabi ki. “Bize sevginizi verdiniz hocam” dediler. Ağlamaya başladım. Hâlâ da hatırlayınca gözyaşı döküyorum. Bilgi  vermek hedef gibi görünse bile, “kupkuru” olmaktan kurtulamıyor. Her şey ihlâs ve sevgiyle hedefine ulaşır. Bilgiler cesetse eğer  sevgiler ruhtur. Sevgi denilen iksir, kâinatın yaradılış sebebi... Üniversite hayatımda: “İnsanlar nefret ediyorum“ diyen bazı hocalar gördüm. Hayret ettim tabi ki. “Böyle biri nasıl öğretmen olur?” diye. Zaten öğrenciler de o hocadan yaka silkiyorlardı. Kısacası şu: İster anaokulu öğretmeni, ister üniversite hocası olsun, sevgiye kapalı kalpler hocalık mesleğinden uzak tutulmalı…


Selim Tiryakiol'ın Yazısı.