O Eli Nasıl Tutamadım?
Ayhan Işık
Bugünlerde aklıma, çocukken çokça işittiğimiz bir küfür düştü: “Gavurun d…” Köyümde birisi birisine kızdı mı, en çok da anneler çocuklarına böyle bağırırlardı. Sanki bütün işleri başına kakıp gitmiş kocalardan acısını çıkarmanın bir yöntemiydi bu küfür .“Allah canını almayasıca… Seni gavurun d…”
Koca elini, saçları kınalı küçücük çocuğun suratına indirmek için hışımla kaldırdığında niye tutmadım o eli… Hâlbuki cemaatte ilk dikkatimi çeken oydu; iri cüsseli adam. Namazda farz için millet imamın arkasında saf düzeni kurarken, o en geride ayakları üzerinde çökmüş vaziyette yerde kalır, iki eli yüzünde dua eder konumda bekler, herkes yerleştikten sonra yavaş hareketlerle en son safın en son elemanı olarak yerini alırdı. Ben de tevazu gösterdiğini düşünür, hoşlanırdım bu davranışından. Ağırdan alırdım iri cüsseli adamın tevazusunu sevdiğimden. Ta ki imam efendinin “Namaz için acele edin” ikazına kadar. Bu yüzden kaç kere yan yana kıldık namazları.
Son iki haftadır haberleri televizyondan izlememiştim. İnternetten sürekli takip ettim ama birkaç gündür televizyondan takip etmeye başlayınca bir vahşetin canlı şahidi olmanın ıstırabı ile doruktum. Geçtiğimiz günlerde Eminönü Camii önündeki kalabalıkta kendisine uzatılan mikrofona konuşan çarşaflı hanımefendi, yaşlı gözleri, titreyen yüreğiyle diyordu ki:
-Benim kıyafetimde kadınların kurşunlarla yere serildiğini gördüm. O an da o kurşunların kendi bedenime sıkılmış gibi acısını ta içimde hissetim. Koştum buraya geldim.
Biliyorum izin verseler soluğu Adeviye meydanında alacak o hanımefendi
Ben niye tutmadım o eli, kınalı saçlı çocuğun suratına indirilmek için kalkan. Niye girmedim araya… Niye “Ne yapıyorsun yarım hafız?” diye bağırmadım? Cüssesinin iriliğinden mi çekinmiştim. Laz asabiliğinden mi? Yoksa bize imanın en zayıf kısmı mı düşmüştü?
Arkamdan hızla sokulup sertçe kolumu tutmuştu. Sonra gülerek “Kim kovdu seni camiden” dedi. Fırsat bu fırsat dedim. Öyle ya imam efendinin öğretemediğini ben öğretebilir, çocuklara yumuşak ve kibar davranması gerektiğini anlatabilirim, zannetmiştim. İşlemedi. Bildiğini okudu. Kendi çocukluğundan örnekler verdi.
-“Bak bi” dedi. “Ben altmış yedi yaşındayım. Biz çocukluğumuzda bütün bir yaz boyu fındık tarlalarında çalışır, bütün bir kış boyunca da köy hocasının önünde diz kırardık.”
Ben niye tutmadım o eli?
Kimisi Mısır’da yapar zulmünü. Kimisi Suriye’de. Kimisi de benim cemaatine tabi olduğum camide. Ne fark eder…
İnternette video haber olarak karşıma çıkmıştı da lüzumsuz videolardan birisi diye bakmaya bile gerek görmemiştim. Ama vahşetin boyutunu fark edebilmem için televizyonda izlemem gerekiyormuş. Grup içerisinde yavaş yavaş ilerliyor ve en öne geçiyor gri tişörtlü adam. Kolları gergin ve havada ve baş parmaklar avuç içine yatırılmış, diğer parmaklar açık. Başı dik. Korkunun gölgesi yüreğine sokulamamış.
Ben niye tutmadım o eli?
-Yazın fındık tarlalarında kışın rahlenin önünde geçti çocukluğum. Yarım hafız sayılırım ben. Bunların taharetten haberleri yok. Anaları babaları öğretecek. Sonra camiye gönderecekler. Caminin altını üstüne getiriyorlar.
Bir daha denedim.
-Bak abisi karışma çocuklara. Yanlış yapıyorsunuz. Karışılmaz. Gelsinler de ne yaparlarsa yapsınlar. Onlar çocuk. Camiden soğutma. Küstürme. Artık o zamanlarda değiliz. Şimdi işler böyle yür…. Peygamberimiz (sav)’in bu konuda yaklaşı…
Saraçhane parkında duaya kalkan, Allah’a açılan, sahibine yalvaran o ellere, nidalara gözyaşları içinde karşılık vermiştim bulunduğum yerden. Ben de ağladım onlarla beraber. Ben de dua ettim. Ben de kahrettim.
Dünya çivisi çıkmış araba gibi olsa gider bir yer toslar kalır. Menziline asla ulaşamaz. Ama öyle değil. Çivisi bilakis perçinlenmiş araba gibi. Freni boşalmış araba. Sürücü koltuğunda kamburu çıkmış, çarpıp bacaklı, sivri ve uzun çeneli, çukur gözlerinden nuru, feri vereni tarafından alınmış, yerine bir çift siyah kor çakılmış iblis, elinde kırbacı ile önündeki ucu gözükmeyen, yan yana kaç sıra bilinmeyen domuz vari yaratıklara habire vuruyor. Vuruyor, vuruyor. Araba son sürat, tam gaz hedefine doğru yol alıyor. Karşısında Amerikan malı olduğu belli zırhlılar, tanklar dizilmiş. Karşısında elleri silahlı, çelik yelekli, firavun dölleri, elleri tetikte.
Karşısında bütün dünya dikilmiş, umurunda değil. Gürültünün, hengâmenin, mahşerin ortasında tek başına vücut yay gibi gerilmiş, kollar gergin, parmaklar gergin, arkasına bakmadan, en küçük bir endişe emaresi göstermeden, sanki Allah Resul’ünden (sav) emir almış. Sanki Uhud’da sanki Bedir’de
-“Çık ya gri tişörtlü adam” demiş Peygamber (sav) sanki de, şahadeti ümit eden sahâbi memnuniyeti gibi gururlu, birazdan cennete düşeceğinden emin, bütün dünyanın karşısına. Tek başına...
Ben niye tutmadım o eli havada iken? Niye gerilmedim o iri cüsseli adamın önüne? Niye girmedim araya? Niye müsaade ettim o koca elin küçücük surata inmesine?
-Ne yapıyorsun sen diye bağırdı. Saçları kınalı gibi koyu kızıl olan çocuk.
-Sana ne. Bırak beni. Ne oluyor be! Ben ne yaptım sana? !
O küçücük yürek geri çekilmemişti. Bileklerini kurtarmaya çalışıyor, kollarıyla birlikte gövdesini de sağa sola kıvırıyor ama nafile…
Gri tişörtlü adam önce hafifçe sola sekiyor sanki. Düzeliyor hemen. Birinci kurşun ya sekiyor ya sıyırıp geçiyor sol bacağını. Sonra sırtının ortasından gri tişörtü dalgalanıyor, aynı noktadan deforme olmuş kurşunun yırttığı tenine yapışık eti kıvrılıp ters katlanıyor kendi bedeninin üzerine. Et parçacıkları, ve kanlar fışkırıyor kurşunun arkasından. Kızgın kurşunun yaktığı teni tütüyor. Bir iman düşüyor yere. Geri planda her şey gözlerinin önünde olup biten arkadaşı, yumruk yaptığı ellerini kafasına, yüzüne vuruyor kerelerce havaya zıplayarak. Çırpınarak… Çaresiz…
Camiden çıkan cemaate aldırmadan böğürtüsüne devam ediyordu iri cüsseli adam.
-Öğren de gel. Burası cami. Camide g…, başını oynatamazsın. Ciddi olacaksınız. Koşuşt…. Gelme bi daha camiye…
“Her nesil mutlaka bir sıkıntı görür.” Böyle söylerdim çocuklara.
“Bizler; bir savaş, yokluk, kuraklık, bir sıkıntı görmedik. Ama muhtemeldir ki siz mutlaka göreceksiniz. Onun için hesabınızı düzgün, hazırlığınızı tam yapın. O dönemde bizler hangi noktada oluruz bilmiyorum. Ölmemiş olsak bile hayatımızın son dönemine denk gelecek muhtemelen. Bana öyle geliyor…” derdim. Ya biz denk gelmeyecek ya ömrünüzün son deminde karşılaşacağız büyük bir sıkıntıyla. Allah korusun.
Bu günlerde bu da aklıma düştü tekrardan. Sıkıntının artık çok uzak olmadığını seziyorum. Çok yakınımızda, hemen etrafımızda dolanıp duruyor gibi. Artık “Allah korusun” da diyemiyorum. Eminönü camiinde düzenlenen Mısır’ı protesto eyleminde, cemaatle kılınan vitir namazının son rekatında edilen duayı da gözyaşlarıyla, aminlerle takip ettim. Dünyanın dört bir tarafında insanlar değil, bakın sadece Müslümanlar katledile gelirken, ben “Yarabbi bizleri savaştan, dertten sıkıntıdan koru” diye dua edemem. Etmiyorum da zaten.
Devam ediyordu iri cüsseli adam. Suratımın, yamulduğunu, felce uğramış bir hâle döndüğünü hissettim o aralık. Olduğum yerde donup kalmıştım. İri cüsseli ve hep cemaatin en sonunda duran adam; namaz sonrası konuşarak caminin çay ocağındaki masada oturan diğer cemaat ehli arkadaşlarının yanına gitmiş şimdi onlara anlatmaya çalışıyordu derdini. Çocuksa kendisini kurtarmış, veryansın ediyor, koşuyordu arkasına bakmadan. Benim tutamadığım elini tutacak, bir başka sıcak yüreğe sahip ele kavuşmak arzusuyla.
-“Gavurun dölü.” Annemde böyle derdi. Devamında tekerleme gibi ikincisi gelirdi;
-“Canı çıkmayasıca…”
Kızdırmak hoşuma giderdi annemi. Kızınca ağlar, ağlayınca rahatlar, bir sükûnet kaplardı sanki yüreğini. Hoşuma giden bu idi. Çok kızmazdı. Kolay kolay da kızmazdı. Kanıksamıştı bütün diğer kadınlar gibi, çileyi, meşakkati. Köyde o cahil kültürün ağır iş telaşesi hep kadının omuzları üzerinde idi. Bulunduğu kaynana-kaynata evinde ne aile fertlerinden biriydi, ne evinin hanımı, ne evin kızıydı, ne evin gelini. Daha çok evin hizmetçisi, amelesi gibi bir şeydi. Suratı kızarır yanakları şişer, çakır gözleri yaşlanır, çaresizliğinin küfrünü sadece bana söyleyebilirdi kızdığında. Ağlayınca dinginleşir, dikleşir, hafifler, daha bir güzelleşir, sonra hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden hırsla işine devam ederdi. O ağlarken ben sarılırdım boynuna. Kokardı annem. O koku çok hoşuma giderdi. Dam kokardı anam. Ter kokardı. Toprak kokardı. Şefkat kokardı. Sabır kokardı. Ahlak kokardı. Korku kokardı. Karışık kuruşuk bir şey işte. Her şey kokardı. Çocuklarım “kokuyorsun babaanne” demişlerdi yıllar sonra. Özüne sinmiş demek ki. Ağlardı. Boynuna sarılınca sırtından doğru, dirseğiyle şöyle bir nazlı iterdi. Sonra bir daha söylerdi “gavurun dölü işte.” Ağlardık beraber. Sonra gözlerimizi siler avuçlarımızla, bakışırız birbirimize utangaç, alt dudaklar hafif geri bükük, büzülmüş, titrek. Birlikte söylerdik bu kez.
-Gavurun dölü… canı çıkmayasıca…
Peşi sıra gelen gülme krizinden sonra dönerdik işimize. Tütün dizmeye. Belki de tek dert ortağı ben idim annemin. Dert ortağı. Stres topu. Her şeyi…
Olduğu yerde yığılıp kalıyor gri tişörtlü, canından önce yüreğindeki davanın mücadelesini veren mücahit. Düştüğü yerde birkaç kez yuvarlanıyor. Her yuvarlanışında sırtındaki kırmızı leke biraz daha büyüyor. Üzerlerine yağan kurşunlara aldırmadan yardımına koşuyor arkadaşları. Kimi ayağından kimi başından tutup, karga tulumba taşımaya çalışıyorlar. Kâh sürüklüyorlar, kâh kaldırmaya omuzlamaya çalışıyorlar.
Köprüde sıkışmış insanları gördüm sonra. Köprübaşları tutulmuş demek ki. Ne sağa gidebiliyorlar ne sola. Vücutlarına çakılan kurşunlar belli olmuyor da ayaklarının dibine köprü betonuna vuran kurşunların tozu dumanı, insanlığın onurunun ayağa düşmüş hâlini çok iyi örnekliyor. Köprü üzerinden geçen muhtemelen bir elektrik halatına ulaşabilenler eğer yarı yolda bir kurşuna hedef olup yere çakılmazlar ise kendilerini kurtarabiliyorlar. Diğerleri köprü korkuluklarını aşıp, boşluğa bırakmanın derdinde bedenlerini. Eğer ölmezlerse üç-beş kırığa çoktan razı olmuşlar. Birkaç dakika içinde bir köprü dolusu insan yerlerde sürünür hale geliyor. Yerlerde sürünen insanlar değil sadece, insanlık onuru, haysiyeti, şerefi. Ve ne hikmetse hepsi sadece Müslüman… Ve yine ne hikmetse, çivisiz dünyanın neresinde vahşet varsa, kan varsa, zulüm varsa açlık, yokluk, sefalet varsa mağdurları hep Müslüman… Hep Müslüman… Sadece Müslüman…
Firavun ’un askerleri… İnsanlık duygularını kaybetmiş. Tetik, insana insan olduğu için çekilmiyor. Tetik, insana Müslüman olduğu için çekiliyor. O köprüde iki tane haham, iki tane papaz olsa idi, gemiler çoktan yola çıkmış, uçaklar çoktan havalanmıştı. Ama maalesef direksiyonda, dümende, pilot kabininde iblisin dostları oturuyor. Teknolojileri çok güçlü. Beygir gücü değil. Domuz gücü.
“Vitir namazı böyle de kılınıyormuş demek ki” dedim. Hatta Vitir namazının gerçek anlamı bu olsa gerek. Vitir namazı, gece namazı demek. Gece demek, dua vakti demek... Çok anlamlı geldi. Artık bütün dualarımı Mısır’daki, Suriye’deki çivisi çıkmış dünyanın dört bir tarafında zulüm gören, mücadele eden, Müslüman kardeşlerim için yaparken, kendim içinde firavun askerleriyle girişilen bu savaşta mücadeleyi nasip etmesini diliyorum. Şahadeti diliyorum. Ve artık korkmuyorum. Bilakis bu zulmü düzeltecek sebepler yaratması ve bizi de bu mücadeleye dâhil edip, muzaffer etmesi için Rabb’ime ayrıca dua ediyorum.
Ben niye tutmadım o eli? Onun için olsa gerek, kınalı çocuğu ve arkadaşını daha sonra görmedim cemaatte. Gelmedi bir daha. Denk gelse sokakta çarşıda belki bir düzeltme imkânım olabilirdi. Böylece değil silahların, zırhlıların, dünyanın karşısına tek başına çıkabilecek bir başka imanlı yüreğe dönüşebilirdi.
Sahi ben niye tutmadım o eli? Niye kavramadım o bileği? ...
GENÇ'ın Yazısı.