İlimle uğraşı, hangi alanda olursa olsun insanı ve toplumları her dönemde yüceltmiştir. Bununla birlikte, Müslümanlar için İslamî ilimlerle meşguliyet önceliklidir. Müslümanca bir hayat için bu bir zorunluluktur. Zira İslamî ilimler, İslam ümmetinin harcıdır. Onun kimliğinin, varlığının ve sürekliliğinin temel öğesidir.

İnsanlar fizik olarak farklı farklı oldukları gibi, tabiat olarak da farklı farklıdırlar. Olayları görüş biçimleri, yorumları; hisleri ve tepkileri de farklı farklıdır. Kimi insan vardır, olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç, etki-tepki ilişkilerine, bunların oluş ve işleyişlerine merak salar. Kimi insan da vardır, estetik bir duyuş ve düşünüşe sahiptir; gerçek onun ruhuna farklı bir biçimde doğar ve hayata farklı bir biçimde yeniden yansır. İlim, sanat, siyaset, ticaret, ziraat, zanaat, tıp… Bütün bu meslekler, insanların fıtrat ve yeteneklerine göre yöneldikleri; aynı zamanda toplumsal hayatın devamlılığı için zorunlu olan alanlardır.

Hz. Âdem’e (a.s) isimlerin bilgisi öğretilmiştir. Yani ona öncelikle ilahî bazı bilgiler (vahiy) verilmiştir. Bunun yanı sıra kendisinin sahip olduğu öğrenme ve üretme kabiliyetiyle ona, eşyaya isim koyma ve onları yönetme imkânı bahşedilmiştir. İnsanı diğer canlılardan ayıran nokta, aklıyla ilim sahibi olabilme yetisine ve bunu kullanabilme iradesine sahip oluşudur. İnsanın doğuştan getirdiği ve sosyal bir çevrede kazandığı çeşitli bilgiler yanında; çalışarak, gayret ederek elde ettiği bilgiler de vardır.

İmam Gazâlî, ilimleri iki kısma ayırır: Şer’î ve aklî ilimler… Şer’î ilimler fıkıh, kelam, tefsir, hadis, tasavvuf gibi kaynağı vahiy olan dinî ilimlerdir. İnanç (iman) ve uygulama (ibadet/amel) ve ahlak bakımından bu ilimler hayatın bütün yönlerini kapsar. Fıkıh, ibadetlerin yanı sıra, medenî, malî, cezaî vb. bütün hukukî işleri kapsayan bir ilimdir. Kelam Allah, âlem, ahiret gibi inanç konularını kapsar. Tefsir ve hadis, Kur’an ve sünnetin anlaşılmasını esas alan ilimlerdir. Tasavvuf ise insanın ahlâkî ve manevî yönünü kemale erdirme amacındadır.

Şer’î ilimlerin geçmişi, Hz. Nuh (a.s), Hz. İbrahim (a.s) gibi peygamberlere dayanır. Ancak gerçek temellerini Hz. Musa (a.s) ile bulmuştur. Hz. Musa’ya tam bir ilâhî yasa (şeriat) ve kitap (Tevrat) verilmiştir. Hz. Musa, sadece şeriat sahibi olmakla kalmamış; Hızır’la çıktığı ilim-irfân yolculuğunda kâinatın derunundaki bazı hakikatlere şahit olma, eşyanın ötesini görme lütfuna erişmiştir. Hz. Musa’dan sonra İsrâiloğulları içinde, şer’î ilimlerde derinleşen ve dinin hayata uygulanmasına çalışan Rabbânî âlimler hep olagelmiştir.

Şer’î ilimler esas zirvesine, Müslüman âlimlerle ulaşmıştır. Zira Kur’an ilmi en üstün ifadelerle övmüş, Allah Rasûlü (s.a) ilim tahsilini cennetin yolu olarak nitelendirmiştir. Müslümanlar, gerek Kur’an’ı, onun indiği şartları ve dil özelliklerini muhafaza ve tetkikte, gerek Hz. Peygamber’in hadislerini tespitte son derece titizlik göstermişlerdir. Bununla da yetinmeyerek, bunların anlaşılmasını belli esas ve ilkelere bağlamışlar, fıkıh ilmini ve daha önce hiçbir toplumda bulunmayan fıkıh usûlü (hukukun ilkeleri) ilmini geliştirmişlerdir. İmam-ı A’zam, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel gibi âlimler, Kur’an ve hadislerin belli ilkeler dairesinde anlaşılmasında, teknik ifadesiyle fıkıh ve fıkıh usûlünün teşekkülünde en temel rolü oynamışlardır.

Onların açtığı bu çığırdan yürüyerek İslam âlimleri yüzyıllara uzanmış, değişen şartları göz önüne alarak, hayatı İslamî bir çerçevede yaşanabilir kılmanın gayretini kuşanmışlardır. Farklı yöntem ve ilkeler benimseseler de, İmam Gazzâlî’den İbn Teymiyye’ye, Molla Gürânî’den Mustafa Sabri’ye, Şah Veliyyullah Dihlevî’den Yusuf el-Karadâvî’ye bu, değişmeyen gaye olagelmiştir.

Aklî ilimlere gelince, bunlar riyâziyât (matematik bilimleri), tabiiyât (fizik, tıp, biyoloji bilimleri) ve ilâhiyât (metafizik bilimler) olmak üzere üç kısma ayrılır. Bu ilimler, vahiyden ziyade insanın aklı, sezgisi ve bilme-araştırma arzusuna dayanır. Felsefe, eski Yunan’da temellerini bulan beşerî ilimler olmakla birlikte; yolu önce Yahudilik, sonra Hıristiyanlık gibi semavî dinlerle kesişmiş, dinî kalıplara bürünmüştür. Nihayet İslamî ilimlerin teşekkül döneminde, Süryanice, Aramca, Yunanca gibi dillerden yapılan çevirilerle İslam’la da karşılaşmıştır.

Müslümanlar söz konusu bilimleri okuyup öğrenmekle kalmamışlar, bunlara yeni bir ivme kazandırarak içselleştirmişler; matematik, mantık, tıp, fizik gibi alanlarda kayda değer gelişmeler ortaya koymuşlardır. Fârâbî, İbn Sina, Harezmî, İbn Rüşd, İbn Nefis gibi filozof, tabip ve matematikçiler yetişmiştir. Bu ilimlerden mantık gibi bazı ilimleri de İslamî ilimler metodolojisinde kullanmışlardır. Böylece Müslümanlar, insanlığın kadim bilimlerini tevarüs edip geliştirerek, bunların gelecek nesillere ulaştırılmasında önemli bir görevi yerine getirmişlerdir.

Şer’î ilimler (özellikle fıkıh ve kelam) eğitim hayatının esasını oluşturmakla birlikte, aklî ilimler kadim medreselerde okutula gelmiştir. Bir başka deyişle, İslamî ve felsefî ilimler genel hatlarıyla aynı ortamlarda tedris edilmiş; İbn Rüşd gibi hem İslamî ilimlerle, hem de felsefî ilimlerle ilgilenen âlimler eksik olmamıştır. Bunun yanı sıra, Müslüman dünya görüşü ve ahlakı, felsefî bilimlerle uğraşıda da etkinliğini hissettirmiş ve bunlara rengini vermiştir.

Tabii felsefî ilimler Müslümanlarda kalmamış, bu kanaldan Batıya intikal ederek yeni bir vadide akmaya başlamıştır. Artık felsefî ilimler, bağımsız bilim dallarına ayrılmış; tıp, kimya, biyoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat gibi bilimler ortaya çıkmıştır. Batı aklı bu bilimleri, günlük hayata yansıtmış, hayatı kolaylaştırıcı icat ve keşiflere ağırlık vermiştir. Bu yöneliş teknolojinin ilerlemesini beraberinde getirmiştir. Batı coğrafyasında ortaya çıkan düşünce ve teknoloji, sosyal hayatın şartlarını, düşünce biçimlerini ciddi anlamda değiştirerek yeni bir dünyanın kapısını aralamıştır.

Söz konusu yenilik (modernite) İslam dünyasını ve İslamî ilimleri de bir biçimde etkilemiştir. Bu etkileşim, fıkıh ve Batı tarzı sosyal bilimler arasında bir gerilimin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle Osmanlının son dönemleri böyle bir çatışmaya sahne olmuş, değişen hayat şartlarına çözüm üretebilecek fıkhî (hukukî) çözüm arayışları yoğunluk kazanmıştır. Mecelle, Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesi gibi çalışmalar bu süreçte ortaya çıkmıştır. İslamî bir hayatın sürekliliği ve çeşitli ideolojilere karşı mücadele için bu dönemde fıkıh ve kelamın önemi daha çok artmıştır.

Başladığımız noktaya geri dönersek; günümüzde ister İslamî ilimler, ister felsefe, tıp, biyoloji, mühendislik gibi alanlar olsun önemini fazlasıyla korumaktadır. İnsanlar kendi yeteneklerine göre bu alanlardan birini tercih etmektedirler. Aslında şu gerçek sürekli akılda tutulmalıdır: İlimle uğraşı, hangi alanda olursa olsun insanı ve toplumları her dönemde yüceltmiştir. Bununla birlikte, Müslümanlar için İslamî ilimlerle meşguliyet önceliklidir. Müslümanca bir hayat için bu bir zorunluluktur. Zira İslamî ilimler, İslam ümmetinin harcıdır. Onun kimliğinin, varlığının ve sürekliliğinin temel öğesidir.

Diğer bilimlerde ise, Batı dinî ve manevî değerleri bunlardan ayrı tutmakla, insanlığı bir bataklığa sürüklemektedir. Sınır ve ilke tanımayan pozitif bilim ve araştırmalar, bir gün insanlığı büyük bir felakete sürükleyecek ve onun sonunu getirecek gibi görünmektedir. Bu bakımdan, bu bilimlere yönelecek kimselerin, bir değerler bilincine sahip olması ve değer eksenli hareket etmesi kaçınılmazdır. Bu da elbette İslamî bir düşünce ve ahlakın ruhlara hâkim olmasıyla mümkündür.

Bu damar harekete geçirildiğinde, işte o zaman Ümmet-i Muhammed yitirdiği cenneti yeniden bulacaktır.


Mesut Kaya'ın Yazısı.