Müslümanlık mı, İslamcılık mı?
Din okuyarak mı öğrenilir duyularak mı? Doğrusu okuyarak dinin öğrenilmesi modern bir olgudur. Tarih boyunca din, ilim, kültür hep şifahen aktarılmıştır. Okuma kültürünün bu kadar yaygınlaşması ve okumanın bu kadar çok telkin edilmesi Batı ile birlikte gelmiştir.
atı’nın bu topraklara gelişiyle birlikte, tasavvurlarımız, kavram dünyamız da ters yüz oldu. Cemil Meriç’in benzetişiyle, deli gömleklerigibi giydirildi yeni tasavvurlar idrakimize. Öyle can sıkıcı bir baskı kurdu ki üzerimizde Batı, kafalarımız karıştı. Kendimize özgü hayat ve düşünce tarzı ile modern arasında bocalamaya başladık. Bu arada yeni kavramlar ürettik, varlığımızı sürdürebilmek için. Yoksa silinip gideceğimiz vehmine kapıldık.
Tanzimat sonrası bir grup aydın tarafından İslam bir ideolojiye dönüştürüldü: İslamcılık. Böylelikle Batının meydan okuyuşuna cevap verilebilecek, İslam kalesi daha gür bir sadayla savunulabilecekti. Evet, savunma psikolojisiyle hareket etti bu aydınlar hep. Sözgelimi İslam’ın Batı’nın bilim ve teknolojisini alabilecek bir istidada sahip olduğu, İslam ve bilimin çatışmadığı tezi vurgulandı. İslam’la diğer ideolojiler arasındaki farklar konu edildi, İslam ve Komünizm, İslam ve Kapitalizm gibi karşılaştırmalar yapıldı.
En baştan İslam’ın bir din olduğu tekrarlanmalıdır burada. İnsan, Müslüman olur; Müslüman oldu mu, onun varlığını şekillendirir bu.Yani burada bir oluştan söz ederiz. Yani bir teslimiyetten...Bu oluş insanın yüreğine, ruhuna, zihnine bir istikamet verir. Dini, dindarlığı çocukluktan kazanır insan.
Yani Müslümanlık kimliği, kişiliği, benliği olur o insanın. Yani hamuru İslam’la yoğrulur; hayata bakışı onunla biçimlenir. Tabii burada en etkili kurum önce ailedir; dindar bir aile. Sonra toplum, camii, okul... Demek istediğim gelenekte dindarlık, aileyle ve toplumla insana kazandırılmıştır. Görerek, duyarak; annesini, büyüklerini, hocasını, şeyhini müşahede ederek…
İmam Gazalî’nin kitaplarında “mütedeyyin insan” ifadesini gördüm. (Arapçada tefe’ül kalıbının bir şeyi sindire sindire yapmak anlamında olduğunu hatırlatalım.) Dolayısıyla mütedeyyin, dini özümseyen, benimseyen insan demektir. Türkçede kullandığımız bu ifade, dindarlığın kadim geleneğimizdeki algılanışına da uygun.
Ahmet Haşim’in- akşam için- dediği gibi: “Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta…” Dindarlık, bir lisan-ı hafi gibi geliyor bana. Ağır ağır ruha dolan... Sonra insanın bütün hücrelerine, varlığına sinen... Sonra annede sevgi ve merhamete dönüşür bu dindarlık, babada helal kazanç şuuruna, devlet başkanında adalet ve hakkaniyetle hükmetmeye, sanatçıda sanata, edebiyata, şiire, senaryoya.
İslamcılıkta ise ideolojik bir bakış seziyorum ben. Her şeyden önce, İslam bir nesneye dönüşüyor burada. Belki bir malzemeye... Sahip olunmaya çabalanan, savunulan, kabul ettirilmek istenen. Bir nevi taraftarlık… Yani İslam taraftarlığı, İslamcılık… Daha iyimser bir ifadeyle İslamcılık, İslam’ı yaşamaya çalışmaktır. Yani ferdî bir eylem… Bireysel bir mücadele… Belki birincisine göre, daha bilinçli bir duruştan söz edebiliriz burada. Daha bir farkındalık… Ancak bunun ne kadar uzun vadeli olabileceğini yahut bir kimliğe dönüşüp dönüşemeyeceğini kestirebilmek güç.
Dindarlık, sabittir; insanın ruhuna kök salar. Bir kimliktir; değiştirilemez, eskimez. Ancak öbürü, biraz iğreti durur insanın üzerinde, zor şartlarda üzerinden çıkarabilir insan, çıkarmak zorunda bırakılabilir. Mücadele azminiz tükendiği anda, tükenebilirsiniz. Dindarlıkta, daha çok kendiliğindenlik (spontane) söz konusu iken, ikincisinde bir zorlama (tasannu) söz konusudur. Dindarlıkta bir zarafet, bir letafet, bir teslimiyet görürüm ben; mütedeyyin insan dini, et-ta’zim liemrillah, veş-şefekatü lihalkıllah (Allah’ın emirlerine hürmet, yarattıklarına şefkat) olarak görür. Öbüründe ise, bir hırçınlık, bir tepeden bakış sezerim ben; İslamcı da dini hâkim kılınacak bir sistem olarak görür.
Din, kutsaldır. Dünyevî olmaktan çok uhrevîdir. Dünya fanidir, baki olan ahirettir. Yani dünyadan daha çok ahirete bakan bir yüzü vardır dinin. Hassasiyetler, günah ve sevap üzerine kuruludur. Ancak İslamcılık düşüncesiyle beraber din, daha çok dünyevî bir ideoloji gibi görüldü. Dinin dünyevî tarafı daha ön plana çıkarıldı. Günah ve sevap kavramlarından çok, mutluluk-mutsuzluk, fayda-zarar meseleleri gündeme getirildi. Söz gelimi, ibadetlerin sevap boyutundan çok, hikmet boyutu daha çok vurgulandı. Namazın psikolojik, sosyolojik faydaları üzerinde duruldu. Orucun, zekâtın, haccın sevabından çok, sağlık, sosyal paylaşım, ümmetin kongresi gibi yönleri işlendi.
Meselenin bir ayağı daha var aslında.Din okuyarak mı öğrenilir duyularak mı? Doğrusu okuyarak dinin öğrenilmesi modern bir olgudur. Tarih boyunca din, ilim, kültür hep şifahen aktarılmıştır. Okuma kültürünün bu kadar yaygınlaşması ve okumanın bu kadar çok telkin edilmesi Batı ile birlikte gelmiştir. Dolayısıyla İslam’ı okuyarak öğrenmekle İslamcılık birbirine paralel şeylerdir.
Dindarlık ise kitaplardan öğrenilmez.Dindarlık, şifahidir; nesilden nesile aktarılır. Aile ocağında, ilim ve irfan meclislerinde aşılanır. O sebeple, bizde âlimler, mürşidler kitaplardan daha kıymetlidir. Din onlardan dinlenir, onlarda müşahhaslaşır. Dolayısıyla dini öğrenmenin en mühim vasıtası semadır. Yani duymak, işitmek… Bu sebeple, Hz. Mevlana “Bişnev!” “Dinle!” diye başlar irfan hazinesi, Mesnevi’sine. Yunus: “İşitin ey yarenler!” diye başlar şiirine.
Burada, iyi de Kur’an’ın ilk emri “Oku!”dur, diye itiraz edilebilir. Bu ayetin de modern dönemle birlikte bu kadar çok ön plana çıkarıldığını söylerim ben de. Ama daha önemlisi Kur’an’ın bir metin olmaktan çok, söze “Ey iman edenler!” diye başlayan bir hitap olduğunu hatırlatırım.
Modern dönemde Kur’an anlayışı da oldukça değişmiştir. Kur’an, daha çok meallerden okumaya ve anlamaya indirgenmiş, Mushaf-ı Şerif’ten Kur’an tilaveti beyhude bir çaba gibi telakki edilmiştir. Dolayısıyla hep anlaşılması gereken bir metin olduğu vurgusuyla Kur’an, aklın konusu yapılmıştır.
Hâlbuki Kur’an mucize bir kitaptır.Allah’ın kelamıdır. Nurdur. Şifadır. Müslüman -anlasın veya anlamasın- Kur’an’ı tilavet ederek onun nurundan istifade eder. Onun ruhaniyeti kalbine inikâs eder. Varlığını, kimliğini şekillendirir bu. Allah ile Peygamber ile arasında derin bağlar oluşur. Ayrıca Kur’an’ı bir fem-i muhsinden dinlemek de fevkalade önemlidir. Sese dönüşen Kur’an, ruhlarda çok büyük tesirler meydana getirir. Kur’an’ın icazı adeta kârinin okuyuşunda tecelli eder.
Netice itibariyle, bu bir tercihse eğer, ben dindarlığı, mütedeyyin olmayı tercih ediyorum. Ben İslam’ı bir ideoloji, dini bir söylem vasıtası, bir slogan malzemesi olarak görmüyorum. Biliyorum, İslam’ı toplum dışına atmak isteyenlere karşı bir çıkış yolu arayışıydı bu. Ama ben, birilerine göre konum belirleyip tasavvur inşa etmenin sağlıksız sonuçlar getirdiğine kaniim.
Mesut Kaya'ın Yazısı.