Şems-i Siper Haramdır!
Kendilerine, yaşadıkları devirde hep bir güneş aramış, bulmuş, onun etrafında toplanmış, ona yüzünü, gözünü, yüreğini açmış biricik dedelerimiz, ninelerimiz. Mübarek alınlarını gökteki güneşe, gönüllerini de yerdeki güneşlere emanet ederek, aydınlık ve bu sıcaklıklığa gölge vurmayı haram bilmişler..
Anadolu’yu dinleyeyim dedim; şöyle uzun uzun..
Geçtiğimiz yaz, hayli yoğun olan yolculuklarım boyunca, becerebildiğim kadar ben sustum, kuşlar konuştu, ben sustum, rüzgar konuştu, ben sustum, insanlar konuştu.
Dinledim, dinlemeye çalıştım hep.
Bir kez daha anladım ve inandım ki, “Anadolu insanı âlim değilse de âriftir..”
Konuştu mu dinletir. Hissettiği ortadadır; dertlidir, yüreğinde hep bir sızı, onu taşır durur.
Allah’a hürmet ve tâzimi kavidir, peygamberimizi yürekten sever, kitap ve dinle olan bağı öyle kolay kolay kopmaz..
Hele hele okumuş, gezmiş, görmüş, yaşamış kişilerle paylaştığınız ortamlar, sizi hiç duymadıklarınızla buluşturur.
Orta Anadolu’dan Orta Karadeniz’e doğru süren seyahatimiz esnasında beraberimde bulunan babamdan şöyle bir hatıra dinledim:
“-75-76 yıllarında görev yaptığım Şanlıurfa Siverek’te çok kalendermeşrep bir ağabeyimiz vardı: Halo Ramazan.
Öyle okumuşluğu falan tam anlamıyla yoktu ama uyanık bir adamdı.
Başında -her ne türden olursa olsun- şapka bulunanlara çok kızar ve kendisine o kadar güzel yakışan şarklı ağzıyla:
‘Hocam, Bediüzzaman Hazretleri buyurmuşlar ki: Şems-i siper haramdır!..
O yüzden ben bu akılsızlara akıl erdiremiyorum.’ derdi.”
İşte insanımız, kendisine ilâhi kudretin bahşi olan ısı ve ışık kaynağından yüz çevirmeyi, ona alâkasız kalmayı, ondan uzak durup sakınmayı, yine kendi içlerinden çıkmış mübarek şahsiyetlerin uyarılarıyla şuurlanıp özüne hiç yakıştıramamış.
Bu, aklıma, yine çok da uzak olmayan bir zaman diliminde, Tarihçi-Yazar Kadir Mısıroğlu’ndan dinlediğim ve liyakat hissinden uzak olmama rağmen, ister istemez gururlanmaktan kendimi alamadığım şu notları getirdi:
“-Dünyada, başka milletlere aynı anda verilmek suretiyle nasip olmamış şu iki husus, bizim milletimize verilmiştir: Edep ve cihat.
İslâm dünyasına baktığınızda, şimdisinde ve geçmişinde bu iki hasleti bir arada üzerinde taşıyan, bizim dışımızda başka bir millet göremezsiniz. Dünya Müslümanları, Kâbe önünde Kur’an’ı başına yastık yaparken, biz bir ömür boyu onu hem de abdestsiz, belimizden aşağı bile taşıyamayız.
Bizim milletimizden başka hiçbir millet ve devlet, ordusundaki askerine peygamberinin ismini vermemiştir.
Askerine “Mehmet-Mehmetçik” demek, bütün millet, ve askerlerin tamamı yok edilse, telef olsa, peygamberinin yer yüzündeki cihat vekili sensin, demektir.
Hem bizim milletimiz, bu, Muhammet’ten -bir edep vecibesi olarak- çevirdiği Mehmet ismine pek hürmet ederler.
Öyle ki, şöyle bir hâtırâ var:
Benim yaşadığım Karadeniz bölgesinde, bir köyde, bir kadının kocasını komşusu vurmuş, adam ölmüş. Kadın, kanlar içerisinde son nefesini veren kocasının başucunda, kocasının, ismi Mehmet olan kâtilinin arkasından ancak şu ifadelerle feryat edebiliyor:
“-Adına yazık senin, adına yazık! Ne söyleyeyim ki ben sana? Adına yazık!...”
Yine, başka bir anekdot:
Eskiden, yurdum insanı, evinin bahçesinde incir ve zeytin ağacı yetiştirmiş, bunları da -ömrü tamam olup- odun haline getirmişse, onları, eğer o evin içerisinde Mehmet veya Muhammed isimli biri yaşıyorsa, bu isimlerin içerisinde yaşamadığı evlere hediye olarak verirlermiş. Kur’an’da adı geçen bu ağaçları, o Kur’an’ın indirildiği peygamberin adını taşıyan biri yakmasın diye..
Yine, bir büyük yanlışın esiri olarak meyhanelerde vakit geçiren zavallılar, meyhaneden evlerine dönüş yollarını, sabah namazından çıkan cemaatle karşılaşmamak için değiştirirlermiş.
Bir gün, hacdan gelmiş bir hacının evine zemzem içmeye, bir grup misafir gelmiş. Zemzem fincanlarıyla dolu tepsi misafirlere tutulmaya başlandığında, bir misafir:
“-Ben almayacağım, teşekkür ederim.” diye ikrâmı geri çevirmiş.
Merakla sebebini soran dağıtıcıya da usulca:
“-Af buyurun. Biliyorsunuz, ben alkol alıyorum.” cevabını vermiş.
Oradakilerden belki bu duruma anlam veremeyenler olmuş ama anlayanlar, zemzemi içtikten sonra yeniden alkol alıp o mübarek suyun üzerini ve şereflendirdiği bedeni kirletmeyeceğini garanti edemediği için bu ikramı geri çevirdiğini anlamışlar.”
Evet.. Yeter ki dinleyelim bu toprakları; altındakileri ve üstündekileri.
Bu insanlar, elinde hatırı sayılır diplomaları olmasa da bizim mübarek ecdadımız.
Kendilerine, yaşadıkları devirde hep bir güneş aramış, bulmuş, onun etrafında toplanmış, ona yüzünü, gözünü, yüreğini açmış biricik dedelerimiz, ninelerimiz.
Mübarek alınlarını gökteki güneşe, gönüllerini de yerdeki güneşlere emanet ederek, aydınlık ve bu sıcaklıklığa gölge vurmayı haram bilmişler..
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.