Anadolu’nun muhtelif yörelerinde yapılan çeşitli arkeolojik kazılarda bulunan eşsiz nitelikteki pek çok tarihi ve sanatsal nitelikli eserin bulunduğu haberlerine bir yenisi daha eklendi. Ancak bu sefer yapılan sondaj arkeolojik değil sosyolojik. Bulunan eserse heykel ya da tapınak değil dünyada eşi benzeri bulunmayan ve günümüzde neredeyse tamamıyla yok olmuş çok özel bir sosyal organizasyon…

uhabirimiz İbn-i Batuta, Anadolu gezisinin ayrıntılarını Tihaber okurları için yazmaya devam ediyor. Daha Anadolu’ya adım atar atmaz, kendisinde hayranlık uyandıran pek çok kişi, yapı, olay ve olguyla karşılaşan Batuta, yaşamakta olduğu şaşkınlıklar serisine Ahilik teşkilatıyla devam ediyor… İşte muhabirimizin ilk defa karşılaşıp, hayran olduğu Ahilik teşkilatıyla tanışma öyküsü… “Yolculuğumun bu bölümünde “Ahiler” denilen toplulukla tanıştım. Anadolu’ya yerleşmiş Türkmenlerin yaşadıkları her vilayette, her şehirde ve her köyde bulunan Ahiler, bekâr ve sanat sahibi gençlerin oluşturduğu bir tür cemiyetti. Bunlar, birbirleriyle çok sıkı bir dayanışma içindedirler.

Her birinin halk içinde muteber birer mesleği vardır. Memleketlerine gelen yabancılara yakın bir ilgi gösterir; onların yiyecek ve içeceklerini temin eder, konuklarının insani ihtiyaçlarını karşılamakta ellerinden gelen bütün itinayı gösterirler. Öte yandan; yaşadıkları yerlerdeki zorbaları da yola getirir, herhangi bir sebeplere bunlara iltihak eden kötüleri tek tek ortadan kaldırırlar. İşte bu gibi hususlarda Ahilik cemiyetinin dünyada eşi ve benzeri yoktur. Ahilerin bir araya gelerek oluşturduğu bu cemiyete “Fütüvve” (Gençlik) adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak, içini; halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatırlar. Arkadaşları, gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise getirirler.

Bu para ile yiyecek-içecek ve zaviyede sarf olunan diğer ihtiyaç maddelerini satın alırlar. O gün yörelerine bir misafir gelirse onu zaviyelerinde ağırlar ve ortak sermayeleriyle aldıkları bu yiyeceklerle kendisine güzel bir ziyafet çekerler. O kimse, yöreden gidinceye kadar da onların misafiri olur. Konuklarını uğurlarken arkasından raks eder ve nağmeler söylerler. Ahiler, yörelerine yabancı bir misafir gelmediği zamanlarda da birbirlerinden kopmazlar. Yine zaviyelerinde toplanıp, yemek yerler. Sabahleyin düzenli olarak işlerine gider, gün içinde kazandıklarını ikindiden sonra getirip, reislerine verirler. Bunların, reislerine verdikleri paraya “fityan” denilir. “Ahi”, cemiyetin olduğu gibi aynı zamanda reisin de ismidir.

Ben; İbn-i Batuta, dünyada bunlardan daha güzel ve daha hayırlı işler yapan kimseler görmedim. Şiraz ve İsfahan halkının hareketleri bunlarınkine biraz benzemekte ise de Ahiler, memleketlerine gelen ve giden yolculara yakın ilgi göstermek, şefkat ve iltifatta bulunmak bakımından onları bir hayli aşmış durumdadırlar. Antalya’ya geleli henüz iki gün olmuştu ki bu Ahilerden biri Şeyh Şehabeddin-i Hamevi’nin yanına gelerek, onunla Türkçe konuştu. O zaman hiç Türkçe bilmiyordum. Üzerinde eski ve yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı. Şeyh, bana: “Bu adamın ne dediğini biliyor musun?” diye sordu. “Ne söylediğini anlayamadım” dedim. “Seni ve arkadaşlarını yemeğe davet ediyor” demesiyle hayrete düştüm. Ama o an için teklifi de kabul etmek zorunda kaldım. Ahi çıkıp gittikten sonra Şeyh’e:

“Görünen o ki bu adam fakirdir. Bizi ağırlamaya gücü yetmez. Kendisini rahatsız etmek istemeyiz” dedim. Bunun üzerine Şeyh, tebessüm etti ve: “Bu konuda tereddüt etmene hiç gerek yok. Seni davet eden kişi Ahilerin reislerinden birisidir. Kendisi kunduracıdır ve cömertliğiyle tanınmıştır. Yöredeki sanat sahiplerinden aşağı yukarı iki yüz arkadaşı vardır. Bunlar onu reis seçtiler ve bir zaviye inşa ettiler. Şimdi; gündüz kazandıklarını geceleri sarf etmektedirler” cevabını verdi. Akşam namazını eda ettikten sonra bu adam tekrar yanımıza geldi. Hep beraber zaviyesine gittik ki burası nefis Anadolu halı ve kilimleriyle döşenmiş, Irak camından yapılmış birçok avizelerle süslenmiş, çok hoş bir yerdi. Misafir odasında beş adet “beysus” vardı. Beysus; bakırdan yapılan üçayaklı bir tür şamdana denir ki baş tarafında yine bakırdan mamûl bir nevi kandilin ortasında fitilin çıkması için bir boru bulunmaktadır. Bu kandil, erimiş içyağı ile doludur ve yanına yine yağ ile dolu bakır kaplar konur.

Ayrıca fitili düzeltmek için bir makas da vardır. Ahilerden biri bu kandile bakar ve kendisine “çıracı” denir. Zaviyenin oturma odasında, sırtlarına kaba giymiş ve ayaklarında mest bulunan bir grup genç yer almıştı. Her birinin belindeki kemere iki arşın uzunluğunda birer hançer asılıydı. Başlarında softan yapılmış beyaz sarıklar olup, her sarığın tepesinde bir arşın uzunluğunda ve iki parmak eninde bir taylasan vardı. Bu gençler bir araya toplandıkları zaman sarıklarını çıkarıp, önlerine koyarlardı ki o zaman da başlarında “zerdhani”den ya da benzeri ipekli kumaşlardan yapılmış, görünüşü pek güzel olan bir başka takke kalırdı.

Toplantı yerinin orta kısmında misafirlere ait bir peyke (tahta sedir) vardı. Meclislerine girince bize her çeşidinden bol bol yemekler, tatlılar ve meyveler ikram ettiler. Ondan sonra da raksa başladılar. Ahilerin yabancılara yönelik bu dostane tutum ve davranışları, şahsıma yönelik içten ikramları beni hayretler içinde bırakmıştı. Gecenin geç saatlerinden onları zaviyelerinde bırakarak, oradan ayrıldım…”


GENÇ'ın Yazısı.