Sevmeye Tabiattan Başla!
İbrahim Tenekeci, has şiir dünyasından süzülmüş gelmiş şiirleri ve içimize işleyen tespitleri ile insana, yazıya ve dürüstlüğe olan ümidimizi hep yeşertmeyi becermiş bir güzel insandır. Onun tabiatla olan sıcak ilişkisini yakınları iyi bilirler. Her tarafın bir dirilişi yaşadığı şu günlerde faydasız gündemlerin içinde boğulanlara İbrahim Tenekeci’nin kendisi ve dostları için üzerine titrediği o tabiat gündeminden bir esinti sunalım istedik. “İnsanın toprakla arası açıldıkça insani olanla da arası açılıyor” diyen Tenekeci ile ağaca, kuşa, göğe ve dağa bakışımızı değiştirecek doyumsuz bir söyleşi için buyurun:
Bir yazınızda “Gerçek hayatı ve samimiyeti şehirlerde veya dört duvar arasında değil, ancak tabiatta bulabiliriz” diyorsunuz. Tabiatta bulduğunuz gerçek hayattan ve samimiyetten bahseder misiniz bize?
Orada her şey kendisidir. Ağaç, ağaçtır; kuş, kuştur. Sizden de kendiniz olmanız beklenir.
Tabiatta bir şey bulabilmek için, sadece bedenen değil, ruhen de tabiatta bulunmak gerekiyor. Yerli veya yersiz bir turist olarak giderseniz, tabiat size kendisini açmaz, sırlarını vermez. Uzaktan bakar, biraz piknik yahut yürüyüş yapar, evinize, otelinize dönersiniz.
Alıç ve Ahlât ağaçlarının gönlünüzdeki yerinin ayrı olduğunu biliyoruz. Nedir bu ağaçları sizin için ‘ayrı’ yapan, biraz açar mısınız?
Köylerden şehirlere göç başlayınca, gelenler, neredeyse her şeyi yanlarında getirmişlerdir. Keçilerinden sofra bezlerine kadar. Sadece alıç ve ahlat ağaçları şehre gelmeyi reddetmiş, köyde kalmışlardır. Bu yüzden, onlara ‘kır serdarları’ diyorum. O ağaçlar, baba ocağımızı, ata topraklarımızı beklemeye devam ediyorlar. Bana kalırsa, ‘toprağa bağlılık’ ifadesinin en güzel karşılığı, bu iki ağaçtır.
Bu ağaçlar, dağ insanları gibi sert ve içe kapanık olurlar. Onlarla oynayamaz, dallarına rahatlıkla çıkamazsınız. Meyveleri ise rüzgâr yiyerek büyür.
Ekim ayı gelince, arkadaşlarımızla beraber, özellikle alıç seferlerine çıkıyoruz. Birinci Alıç Seferi, ikinci, üçüncü...
Bilen bilir: Ekim ayının başından itibaren, alıç meyvelerini, kehribar taneleri gibi ipe dizip sokaklarda, otogarlarda satarlar. Görüntüsü bile güzeldir.
Yeri gelmişken; bu söyleşiyi okuyanlara, Alıç Ağacıyla Sohbetler kitabını da bulup okumalarını öneririm.
İstanbul’da ise sadece bir tane ahlat ağacı biliyorum. Kemerburgaz’a bağlı Çiftalan köyünde. Ara sıra, ziyaretine gidip selam veriyorum: Nasılsın, iyi misin?
“Dağların duygusal canlılar olduğunu anlamak biraz vaktimi aldı” diyorsunuz. Dağlar sizin için ne ifade ediyor? Nasıl bir ilişki var dağlarla aranızda?
Dağlarla ilgili ayetleri sanırım hatırlatmama gerek yok. Birçok ilahi mesaj, dağlar üzerinden verilmiştir. İnsan, emanet bahsinde, dağlardan sonra gelir. Bunu çok anlamlı buluyorum. Geçenlerde, belki de bundan dolayı, şöyle bir dize yazdım: ‘Seni sevmeye dağlardan başlıyorum.’
Dağlar, benim gözümde, ‘göğü tutan sütunlar’dır. Onlarla akranlık yahut arkadaşlık etmek, ciddi bir iştir. Sadece dikkat değil, rikkat de ister. Çünkü dağların eli ağırdır.
Fikrim odur ki, insanlar gibi, dağların da bir kaderi vardır.
Kendi adıma, duruşunu bozmayan dağları daha çok seviyorum. Dağ dediğin, yaz-kış aynı kalacak.
Yıllardır, bir grup arkadaşla dağcılık yapıyoruz. Uzun ve zorlu yürüyüşler, zirveler, gecelemeler. Bu serüvenler esnasında şunu fark ettim: Rakım yükseldikçe, inancım, hayretim ve hayranlığım da artıyor. Köylülerin, özellikle dağlıların daha dindar olmasını artık anlayabiliyorum. Şöyle düşünelim: Kaynağından tertemiz çıkan su, aşağıya indikçe, insan içine karıştıkça, kirleniyor. Bizler de öyleyiz.
Tabiat, insanın çıkış noktasıdır. Dolayısıyla, anayurdumuzdur. Peygamber Efendimiz, “sılâ-ı rahim, ömrü uzatır” buyurmuşlardır. Bu mübarek sözü, sadece memlekete gitmek olarak anlamıyorum. Dağlar, vadiler, ormanlar, tatlı su kaynakları; hepsi buna dahildir.
Tabiatın gecesi mi yoksa gündüzü mü sizi daha çok cezbediyor?
‘Anneni mi yoksa babanı mı çok seviyorsun’ gibi bir soru oldu bu.
Gündüz görür, gece ise duyarsınız. Duymak, sadece işitmekten değil, görmekten de önce gelir. Belki de bundan dolayı, geceyle ilgili her şey, daha bir dikkatimi çekiyor. Sözgelimi, Tarık sûresinin ikinci ayetinde, “geceleyin gelen nedir, bilir misiniz” diye soruluyor. Evet, bunu çok düşündüm.
Gece güzeldir ve güzel olan her şeyin bir tarafı karanlıktır. Dağlarda, o yıldızların altında; çadırsız, battaniyesiz ve savunmasız bir şekilde gecelediğiniz vakit, sadece kafanız değil, kalbiniz de çalışmaya başlıyor. Biz buna, ‘kalbinin en tenha, en mahcup yerine gitmek’ diyoruz. Bu, yürüyüşlerin en güzelidir.
Çocukluk ve gençlik yıllarınızla kıyas edecek olursanız, geldiğiniz noktada tabiatla ilişkilerinizde bir şeylerin değiştiğini düşünüyor musunuz?
Yaşımla beraber, tabiata düşkünlüğüm de ilerledi. İnsan, büyüdükçe merhamet sahibi oluyor yahut olmuyor.
Tabiat, benim için, Allah’ın Tabiatı’dır. Her şey onun bir parçasıdır, ondan bir parçadır. Dolayısıyla, emanet ve hatır bahsine girer.
Tabiat, insanın çıkış noktasıdır. Dolayısıyla, anayurdumuzdur. Peygamber Efendimiz, “sılâ-ı rahim, ömrü uzatır” buyurmuşlardır. Bu mübarek sözü, sadece memlekete gitmek olarak anlamıyorum. Dağlar, vadiler, ormanlar, tatlı su kaynakları; hepsi buna dahildir.
Tabiatı ne kadar hor kullanırsak kullanalım, sonuç olarak, hep şu Japon haikusuna geliyoruz: Esirgemez kokusunu / Dalını kırandan da / Erik çiçeği.
Köyde ya da kırsal kesimde hiç yaşamamış, tabiata uzak düşmüş milyonlarca şehirli insan var. Tabiat insanın aslıdır diyorsunuz; bu insanlar, aynı zamanda asıllarına da uzak düşmüş oluyorlar mı sizce? Böyle insanlara nasıl bir tavsiyeniz olur?
İnsanın toprakla arası açıldıkça, insanî olanla da arası açılıyor. Şehirlerdeki acımasızlığın, merhametsizliğin birinci nedeni, bana kalırsa, budur.
Kekik kokuları eşliğinde yürümek, oturmak; bunlar elbette çok güzel şeyler. Fakat bu ne kadar ve nereye kadar mümkün? Pekala, evlerimizin, balkonlarımız bir köşesinde, saksılardan oluşan kurtarılmış bölgeler kurabiliriz. Toprak, anlayışlıdır, halden anlar.
Topraktan, ağaçlardan, sulardan öğrenecek çok şey olduğuna inananlardanım. Bir örnek vereyim: Henüz çocuktum. Kış gelince, babam beni bahçelere gezmeye götürürdü. Üstelik İstanbul’da. Ağaçları, gövdesinden tanımayı öğretirdi bana. Sorardı ve bilirsem, hem sevinir, hem sevindirirdi. Öyle ya, üzerinde yaprağı, çiçeği yahut meyvesi olan ağacı herkes bilebilirdi. Önemli olan, bunlar yokken, yani en zor zamanında, en ağır şartlarda ağaçları tanıyabilmekti. İnsanlar da böyle değil midir? İyi günlerinizde, çiçekli ve meyveli zamanlarınızda, kimin dost olup olmadığını pek anlayamazsınız. Ancak kış geldiğinde, zorluk ve yokluk günlerinizde dostlarınız, kalben tanıdıklarınız belli olur.
Şu sözü de, önemine binaen, buraya sıkıştıralım: Ağaç ne kadar yüksek olsa da, yaprakları yere düşer.
Tabiat, benim için, Allah’ın Tabiatı’dır. Her şey onun bir parçasıdır, ondan bir parçadır. Dolayısıyla, emanet ve hatır bahsine girer.
Hayvanlarla ilişkiniz nasıl?
Hayvan, kaba bir tanımlama. Öyle olmasaydı eğer, hakaret sayılmazdı. Bir kimseye ‘hayvan’ dediğiniz vakit, sizi mahkemeye verebilir, davayı da rahatlıkla kazanabilir. Canlılar, kulağa daha hoş geliyor.
Saatler boyunca, hiç sıkılmadan, oğlakları, kuzuları, civcivleri seyredebilirim. Onlara verilen ilham, beni yakından ilgilendiriyor.
Evde ise saka ve kanarya besliyorum. Bir aralar, Turgut Uyar’dan ilhamla, ‘Göğe Bakma Durağı’ isimli bir kuş gözlem kulübü kurmaya niyetlenmiştim. Hatta bu iş için dürbün bile aldım. Sonra araya başka işler girdi.
Peki ya havayla, suyla, rüzgârla? Bu konuda paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?
Özellikle sulara karşı özel bir merakım var. Sırf kaynağından içmek için dağlara tırmanıyor, mağaralara giriyorum.
Parmak izleri gibi, suların hepsi birbirinden farklıdır. Her kaynağın bir dili, bir özelliği vardır. Her insan yol-yordam bilmez, fakat her su yol-yordam bilir. Yetenekli ve sabırlıdır.
Önceden, insanlar suyun ayağına giderdi. Şimdi ise su insanların ayağına geliyor. Bu ikisi arasındaki fark, sanıldığından daha büyük. Biri suya azizlik payesi veriyor, diğeri vermiyor.
Çocukluğumuzda ve ilk gençlik yıllarımızda, su bize el verirdi. Artık ellerimiz bile bize su vermiyor. Sahi, en son ne zaman elinizle bir çeşmeden, pınardan su içtiniz?
Su, büyük bir kültürün, medeniyetin taşıyıcı unsurlarından biriydi. Kuşa ‘saka’ adını veren, ‘bugün ağam sudan soğuk bakıyor’ türküsünü söyleyen, işte bu kültürdü. Şimdi, suyu da tüketim nesnesine dönüştürdük. Raf ömrü olan herhangi bir şeye. Oysa eskiler, suyun ticaretini yapmaya iyi gözle bakmazlardı.
Bana öyle geliyor ki, dünya, ölmeden önce içilen bir yudum sudan ibarettir. Bu yüzden, kıymetini bilmek gerekir.
Toparlayalım: Vâkıa sûresinin altmış sekizinci ayetinde, “hiç içtiğiniz suyu düşündünüz mü” diye soruluyor. Bu soru hiç aklımdan çıkmıyor.
Bir yazınızda “Bugün üstat olarak kabul ettiğimiz birçok isim, tabiatı duyguya ve fikriyata çevirmeyi başarabilmiş kimselerdir” diyorsunuz. Bu anlamda sizin gönlünüzdeki “üstatlar” kimlerdir, mahrem olmayacaksa öğrenmek isteriz.
Tabiatı duyguya çevirmek bahsini, Suut Kemal Yetkin’den ödünç alarak, müstakil yazı olarak yazmıştım. Müsaade ederseniz, sadece bunu söylemekle yetineyim. Çok zorlarsam, Nurettin Topçu’nun sularla olan münasebetini anabilirim. Diyebilirim ki, hareket fikrini yahut felsefesini, büyük ölçüde sulardan almıştır.
Tabiat: Kendimizi Bilmenin Yolu...
Gençlerin tabiatla ilişkisi sizce nasıl? Bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Bir edebiyat dergisi çıkarıyor, haliyle, genç edebiyatçılarla sürekli birlikte oluyoruz. Birçoğu, kiraz ile vişne, söğüt ile iğde ağaçlarını birbirinden ayıramıyor.
Gelinen noktayı şöyle özetleyebiliriz: Anne ve babalar, manzara olsun diye evlerinin önüne ağaç dikmişti. Çocuklar ise manzaranın önünü kapatıyor gerekçesiyle, o ağaçları kesiyorlar.
Şehirlerde yaşayan birçok gence göre, uçan bütün kanatlılar kuş, açan bütün bitkiler çiçek, şu yol kenarı veya parktakiler de ağaç. Ama ne kuşu, ne çiçeği, ne ağacı diye sorduğunuzda verebilecekleri doğru dürüst bir cevapları yok. Belki serçe, karga, martı veya papatya, gül, karanfil gibi üç-beş kuş ya da çiçek ismi biliyorlar. Peki, bu yeterli midir? Hayır, değil.
Hatırlatmanın tam sırasıdır: Kendimizi bilmenin yolu, tabiatı bilmekten geçer.
En İyisi Tabiata Kaçmak...
Cemil Meriç “insanlar kıyıcıdırlar, kitaplara kaçtım” diyor. Siz ise “belirli bir noktadan sonra kitaplar da kaçış için yeterli olmuyor” diyor ve ekliyorsunuz: “En iyisi tabiat.” Bu kaçış nasıl bir kaçış, insan tabiata nasıl kaçmalı sizce?
Şehirlerde yorucu, yıpratıcı, yıkıcı, hatta yakıcı bir hayat yaşıyoruz. Sadece hayat şartları değil, insanlar da acımasız. Ayrıca, moralimiz bozulmadan bir yerden bir yere, diyelim ki Küçükköy’den Beyazıt’a gitme imkânımız kalmadı. Öyle ki, insan, bazen kendisinden bile bıkıyor.
Bu yoğun koşuşturmaca içinde, her zaman uzaklara gitmek, dağlara yahut kırlara ‘kaçmak’ imkânı bulamıyoruz. Fakat alternatifler oluşturmak mümkün. Sözgelimi, bahar gelip de ilk olarak erik ağaçları çiçeğe durunca, soluğu mezarlıklarda alıyorum. Mezarların arasında bir erik ağacı buluyor ve altına oturuyorum. Bir yanda beyaza bürünmüş erik ağacı, bir yanda bembeyaz mermerlerden yapılmış mezarlar. Güzellik ve fanilik; işte hayat, işte sır!
Bitirmeden evvel, bir soru da ben sorayım: Ağaçları, kuşları, çiçekleri sevmeyen, insanları niye sevsin?
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.