Bu sefer Ziya Gökalp’in dilinden seslendirilecek “Türk milletinden, İslam ümmetinden, Batı medeniyetinden” olmakla meseleyi kotarmak pek kolay gözükmüyor.  Batılı mıyız Doğulu mu? tartışması da daha keskin duruyor; velhasıl Türkler korku verici bir yalnızlığa sürüklenmiş gibi görünüyor. Modernleşme çabalarını Batı’yı eksen alarak yürüten ve Batı’nın kendisi olmaya çalışan (Beyaz!)Türkler o kadar çok hata yaptı, o kadar çok meselenin üstünü çözmeden örttü ki artık yüzleşme zamanı geldi!

angi geçmişin sahibi ve hangi geleceğin umudu içinde olduğumuz konusunda neredeyse yüz elli yıldır tartışıyoruz. Bu uğurda ne fermanlar ilan ettik, ne meclisler açtık, ne anayasalar hazırladık. Cumhuriyetimiz bile bu mesele üzerine bina edildi. Onca muhataralı yollardan geçmiş olmak, “Biz kimiz?” sorusuna hâlâ adam akıllı bir cevap vermemize yetmiyor. Yetmiyor diyorum, çünkü cevap var, ama kimse bu cevaptan memnun değil. Gidecek, göçecek ya da fethedecek bâkir topraklar da kalmadı; var olanla yetinmemiz, geçmişin izini ve geleceğin umudunu yeniden yeniden anlamlandırmamız, omuzlarımızda ağır bir yük olarak duruyor. Vatan parçasının farklı ırklara, kültürlere ve hayat biçimlerine sahip olması eğer bir çatışma ve kargaşa ortamı doğurmuyorsa, aslında zenginliği içinde barındıran bir fırsattır. Fakat “Biz kimiz?” sorusuna, “Biz aynıyız” demek kadar huzurlu bir cevap da yok gibi. O yüzden her grup, her fikir, her kültür bir diğerinin kendisine benzemesini, kendi formunda olmasını arzu ediyor. Hele resmî, hâkim tezler ve onların savunucuları bu benzeştirme meselesini görev addediyor. O yüzden, bir Türkleştirmek, medenileştirmek, şehirleştirmek, modernleştirmek, tektipleştirmek, laikleştirmek sürüp gidiyor.

Son günlerde Kürt meselesinin halli konusunda yapılan çalışmalar ve atılan adımlarda, Türk kelimesi etrafında dönen tartışmalar, sanki bizi yüzyıl öncesine geri götürdü. Bu sefer Ziya Gökalp’in dilinden seslendirilecek “Türk milletinden, İslam ümmetinden, Batı medeniyetinden” olmakla meseleyi kotarmak pek kolay gözükmüyor. Batılı mıyız Doğulu mu? tartışması da daha keskin duruyor; velhasıl Türkler korku verici bir yalnızlığa sürüklenmiş gibi görünüyor. Modernleşme çabalarını Batı’yı eksen alarak yürüten ve Batı’nın kendisi olmaya çalışan (Beyaz!)Türkler o kadar çok hata yaptı, o kadar çok meselenin üstünü çözmeden örttü ki artık yüzleşme zamanı geldi!

Geçen yüzyılın başlarında, bir toprak ve devlete sahip olmayı, aynı dine inanmayı yeterli görmeyenler “Irk esasına dayanan Türk milliyetçiliği” şeklinde bir yapılanmanın gerekliliği üzerinde durmaya başladılar. Türklüğe vurgu ilk ciddi anlamda Yusuf Akçura ve arkadaşları tarafından yapıldı. Bu yeni anlayışa göre ne Osmanlılık ne de İslamcılık tarz-ı siyasetleri uygun değildi. Bu bağlamda ırkî mağrurlukları ve saf “Türk” neslinden olma üzerinde bir ısrarları da olmayan Osmanlılık yerine geçecek yeni bir halk tipi oluşturulmaya çalışıldı. Bu yeni Türklük projesinde, bir saf Türk bir de Türkleştirilmiş kavimlerin uyumu hedeflenmekteydi. Böylece Türk olmadıkları halde İslam bağı ile devlete bağlı olanların yerine, Türklüğü hiç benimsememişlerin Türkleştirilmesi projesi devreye alındı. Bu aynı zamanda Türk olmadan Türk olma bilincine sahip olmayı gerekli kılıyordu. Sonrasında yapılan bütün reformlarda bu gizli niyeti sezmek mümkündür. Bugünkü Kürt meselesinin altında yatan da Türk olmadan Türk olma bilincine sahip olma ittirmesidir. Bu insanları bayrak ve Türk dilinden soğutan da tam budur.

Modern Türk kimliği (Cumhuriyetle başlayan), biz ve öteki(ler) arasındaki karşıt ve dialektik ilişki üzerine kuruluydu. “Biz”in sabiteleri hep vardı, ama bu topraklarda çok küçük bir azınlığın dışında kimse, hiçbir zaman o “biz”in içinde kendisini tam olarak hissedemedi. Öte yandan her “öteki” de kendi içinde bir “biz”di ve bu bilerek ya da bilmeyerek görmezden gelindi. “Ötekiler” talepte bulununca “Birlik ve beraberliğe her zamandan çok muhtaç olduğumuz” örtülü bir baskılama aracı olarak şefkatle! söylene durdu. “Biz kimiz?” sorusunun cevabı, ortak inanç, değer ve hayatlardan doğan birleşenleri ötekilerden ayırır. Bu yüzden kimlik meselesi insanları ayırdığımızda değil birleştirmeye çalıştığımızda ortaya çıkar. Fark kimliğin; kimlik de farklılığın tanınmasını gerekli kılar. Öte yandan farklılıkları zorla bir arada tutmaya çalışmanın, imkân bulduğu an nefretlerin boşanmasına neden olma riski de vardır.

Şerif Mardin ırka vurguyu “taşra ve küçük adam ideolojisi” olarak tanımlıyor. Böylece kendini ezilmiş hisseden küçük insana emin olduğu bir kimlik bahşedilmektedir. Mardin’e göre böyle bir ırkçı anlayış “adam” yerine konulmadıklarını hissedenlerin İslam’a paralel olarak çalışan iman kaynağıdır. Dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazmamıza rağmen Türk olmayanları Türkleştiremedik. Bu politika niçin başarılı olamadı? Cevabı, Türklüğe temel teşkil eden ırkî toplum tabanı ile ırkî olarak Türk olmayanlara, kendini Türk hissettirmek bilincini aşılamak arasındaki çelişkide aramak gerekir.

Biz kimiz? sorusuna sadece bir ırkın saflığından hareketle cevap vermek imkânsız gözüküyor. Rus ordularının Kuzey Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslara her girişinde, 1873 yılından beri devam eden göçlerle Anadolu, Osmanlı devletinin küçük bir minyatürü haline geldi. Türk olmamasına ve ayrı bir dile sahip olmalarına rağmen ortak bir tarih, kültür ve hayat tarzı Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkez, Çeçen, Gürcü milletlerine Anadolu’yu yurt edindirdi. Türkiye’nin kimlik meselelerini hem çok geniş tarihi bir çerçeve içinde, hem de Türk-Osmanlı toplumunun yapı ve kimlik değişimlerini göz önünde bulundurarak yeniden tanımlamamız yerinde olacaktır. İyi bir vatan ve tarih bilinci geliştiremediğimiz takdirde bizi bekleyen felaket hiç de uzak değildir.


Ali Can'ın Yazısı.