Geçtiğimiz ayın ortalarında yazarlarımız Alican Tatlı ve Nedim Kaya ile birlikte Bosna’daydık. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin davetlisi olarak gittiğimiz ecdat yadigârı beldede “21. Yüzyılda Gençlik” konulu bir konferans verdik. Su ve yeşil zengini Bosna’da üniversiteli gençlerle buluşmakla kalmadık, üç gün içerisinde farklı yerler gördük, güzel insanlarla tanıştık. Sonuçta halkı Müslüman olsa da güneşin battığı bir yer orası. Belki bu yüzden daha da ilginç bir yer. Sadece görülmesi değil, üzerinde düşünülmesi bile zengin çağrışımlar yapan bir yer Bosna.

Bosna’nın nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini ne siz sorun, ne de ben anlatmaya çalışayım. Federatif yapı oldukça karmaşık. Ülkenin sekizer ay görev yapan üç cumhurbaşkanı var. Bir de Bosna-Hersek Milli Takımı’nı sadece bir kez tuttuğunu – o da Türkiye ile oynadığında- gururla anlatan bir Sırp başbakanı. Bu vatandaş ülkeyi altı ay sonra yine kendisi gibi Sırp bir Cumhurbaşkanı ile yönetecek. Ama en ilginci ne biliyor musunuz? Ülkede düdüğü çaldığında oynanan oyunu bir anda tatil edecek Yüksek Temsilcilik adında uluslararası bir organ bulunuyor. Caddelerde volta atan BM Uluslararası Polis Gücü acaba bu gerçeği herkesin kafasına yerleştirmek için midir diye düşünmeden edemedim.

Bosna’da –üniversiteliler hariç- muhatap olduğumuz yüzlerde ne bir ışıltı görebildik ne de bize aşina hisler. Belki bendendir diyeceğim ama üç GENÇ yazarında da aynı hissi doğuran tabloda bir gariplik olduğu kesin. Bezginlik midir bu? Yorulmuşluk mudur? İçi boşalmış bir emanetin hala ağır gelen yükü müdür, bilemiyorum. Şu bir gerçek: Bosna insanını hakkıyla tarif etmek zor. Hani bir Çin atasözü vardır ya, “Bir adam hakkında hüküm vermek için onun ayakkabılarıyla bir kırk gün yürü bakalım.” 1992-1995 yılları arasında yaşanan o savaş geride nasıl bir psikolojik miras bıraktı acaba? Bunu bize hangi yüz, hangi tavır ve hangi davranış anlatabilir ki? “Geleceğimiz yok bizim” diyen Boşnak üniversiteli gencin bu sözünde midir açıklama? Öyle değilse yüzündeki o derin boşluğu nereye koyacaksınız? İster inanın ister inanmayın, bir hüzün eşliğinde bütün seyahat boyunca bu sorularla uğraşıp durdum. Ta ki son güne kadar… Travnik’te öğle vakti bir Osmanlı camisine girmiştik. Cami içerisinde okunan ezanın ardından bir anda üç-dört saf cemaat oluşunca nedense neşeleniverdim. Baktım Alican Bey’in de yüzü gülüyor. İmam tekbir alırken döndüm şunu fısıldadım: “Abi, ümit de bitmez, Bosna da…”

Biten kendisini bitirir çünkü.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.