Birçok okurumuzdan hüznü anlatan yazılar alıyorum. Elbette hüzünlüyüz, öfkeliyiz. Söylenmedik bir suçla itham edilip duruyoruz buralarda. Belki de hüznü anlatan yazılar içerisinde en niteliklileri bir muhalif duruşu ifade edenleridir. Elbette insanlar hüznü anlatmalı, anlatabilmeli. Ama bunu iyi anlatacaksak elimize kalemi almalıyız.

Hüznü dile getiren kötü yazılarda genel üslup az çok bellidir. Ortak bir kötülük dolaşır böyle yazılarda. (İnternetin başımıza sardığı bir şey bu imla konusundaki rahatlık) Şimdi bir yazıdan imlaya dokunmadan bir kaç paragraf alıyorum:

“hüzün sardı beni bilmem neden aşka bir özlem eskilerden sorsan derdimi bilmem ki nerden bir başlasam anlatabilirmiyim sardı vücudumu hüznün kasveti aşk bu sefer canıma kastetti ruhumun derununda bir kıyametti bir bilen olsa sorabilirmiyim sen ben hep aynı keder ruhlarımız oldu harap hep derbeder çaresiz al bu canı der aşk elinden kaçabilirmiyim sen seni bil sevdiğimi ruhum aşkın ezelden yetimi aşk olmadan bilemeyiz.” Siliklik, sıkıntılı bir sembolizm, hayattan kopukluk, başarılı yapılamayan benzetme ve karşılaştırmalar çok olur böyle yazılarda.

Aşk şiirleri yazma!

Bir önerim var arkadaşlar! Şiir yazanlarınız bundan sonra aşk şiiri yazmasınlar. Eğer aşk şiirleri dışında bir şeyleri şiir olarak yazabiliyorlarsa kötü de yazıyor olsalar daha iyi bir yere, iyi bir konuma geçmiş olurlar.

Gören de aşka karşıyız zannedecek. Aşka değil aşkın kötü anlatılmasına karşıyız.

Çanakkale`de Çektirdiğim Fotoğraf

Murat Küçükçiftçi

Deniz, ben ve Seyit onbaşı

Güzel sığmışız bir kareye

Kareli tarih defterime sığmayan bir şeydi bu

Ve defteri dürülen bir şey varsa

O şimdi tarih

Ben fotoğraf çektiriyorum

Notlar alıyorum kareli defterime

Kim ölmüş kim öldürmüş

Hangi çukurda hangi ölünün nefes izi

Ve ben de savaşıyorum bir karesinde

Savaş mı dedim Allah korusun

Diyaloga girelim

Yunan askeriyle

Diyaloga girelim sonra denize

Bırakalım bu dökme işini

Denize girelim yüzelim kurtlarımızı dökelim

Fotoğraf çektirelim dişlerimiz görünsün

Dişlerimiz ve yanında birbirine geçmiş mermiler

Kucak kucağa mermiler olmadı

Burun buruna

Ölümden dönelim gülümseyerek

Ölümden dönelim dönek

Dönekliğin alemi yok gülümseyelim ölerek yazacaktır tarih dürülen defterlerine

Murat Küçükçiftçi
’nin bu şiirini siz sevecek misiniz bilmiyorum ama ben sevdim. Bu şiirde bir şiiri kötü yapan bir çok kusur yok! Özgünlük, zeka, ironi, eleştiri, sade ve duru anlatım… hepsi var. Ama hece ile yazılmamış diyenler olabilir; doğru hece ile yazılmamış. Günümüzde hece ile yazılan şiirlerin büyük çoğunluğu kötü oluyor ne yazık ki. Özgünlükten, üsluptan yoksun oluyorlar. Yine de hece şiirine karşı olmadığımı, sadece kötü yazılan hece şiirine karşı olduğumu söylemek istiyorum. Murat Küçükçiftçi de edebiyat dergilerinde görünesi bir kıvamda hayli hayli. Ölçü dergisinin yanı sıra bir merkez edebiyat dergisinde de seyri süluka girmesini öneriyorum.

Abdullah Kibritçi’den daha önce bir şiir almıştık buraya. Takip edenler bilirler, bu pek yapmadığımız bir şeydi. Kibritçi şimdi de uzun bir öyküsünü göndermiş. Dil güzel, akıp gidiyor. Öyküsünün kahramanı bir kız ve kahramanın dilinden anlatma konusunda da başarılı. Çokları kahramanının dünyasına giremez bile yazdığı öykülerde, romanlarda. Bu açılardan tebrik ederim Abdullah Kibritçi’yi. Bence edebiyat dergilerini gündemine almasında, acaba yazımı hangisine göndersem diye düşünmesinde fayda var. Köşemizde ürünlerini değerlendirdiğimiz, hatta acımasız eleştirdiğimiz birkaç okurumuzun artık edebiyat dergilerinde yazılarını görüyorum. Bu gayet güzel bir gelişme. Bundan sonrası kendilerine, gayretlerine kalmış.

Karamanoğlu Mehmet Beyin duyarlılığına katılsak mı katılmasak mı?!

Karamanoğlu Mehmet Beyin fermanını bilirsiniz. “Bundan böyle sarayda, handa Türkçeden başka dil konuşulmayacak” der.

Bu yaklaşım bir topluluğun Allah’ın kendilerine emanet olarak verdiği dili korumak istemesi açısından anlamlı görünmekle beraber başka bir açıdan kimi sorunları da yanında getirmiş. Mesela bir görüşe göre bu yaklaşımdan dolayı Karamanoğulları devam edememiş, büyüyememiş; Osmanlı ise bu konudaki özgürlükçü tutumuna binaen büyümüş, almış başını gitmiş.

Kelimelere düşmanlık etmemek lazım. Onlar bize Allah’tan emanet.

O kelimeden ibret alabiliyor musun, onun seni taşıyacağı ufka çıkabiliyor musun, ona bak! Türkçeyi seviyor olmak başka dillere düşmanlık etmek anlamına gelmemeli fakat bu bizi bir komplekse de düşürmemeli.

Dil insanın evidir ve eviniz alabildiğine geniş olsun. Bunları neden yazdık? Bir Karamanlı okurumuz merak etmiş, ona binaen yazdık.

Kursağımdan geçmeyen serseri adımların,

Yürüyemez raporu çizen gözlük camlarında,

İnkılabın geri kalmış tarih sahnelerine iz bırakır.

Avcıların kemik cilası ile yazdığı dağ yollarına,

Bebek ayakları ile çıkan yürüyüşünün,

Tarihi notu, çarmıha gerilmiş İsevi şehadetindedir.

Geleneklerin bekaretini kaybettiği adımlarının,

Kıvrık dal motiflerinde, uzun soluklu yolculukları,

Baskınlara uğradığı her devrim doğumun da

Bir ölümün birde dirilişin vahyini almış dualarıdır.

Safa Bıyık’ın tamlamalarından ben korktum açıkçası. Şiirini tamlamalardan örmüş. Bu kadar bol tamlamalı bir anlatımı tercih etmek anlatmak istediğimizi daha da bulutsu anlatıma döndürebilir. Bu ise bir tehlike. Üstad Necip Fazıl Kısakürek tamlamalar konusunda muazzamdır, zirvedir ama onun tamlamaları Üstadın ifade etmek istediğini saklamak için değil, gür, güçlü bir şekilde ortaya koymak içindir.

Nurdan Kara şiir yazarken şekil özelliklerini de dikkate almalı biraz. Ve günümüz popüler olmayan şiirini de takip etmeli.

 İnsicamlı olmalı yazılarımız!

”Ve bir damla gözümden akıp buz kesilen ellerim arasında tuttuğum keyif çayının içine usulca damladı. Aslında bunlar çoktan akması gereken damlalardı. Vaktinden çok sonra akan damlalar yüreğime çoktan kuraklığı getirmişti bile. Bir bir yeşertmeliydim her kıvrımını. Akmalıydı bunlar, artık geç kalmamalıydı.

Akıl muhakemem sona ermek bilmiyordu. Bir şairin dizelerinden çıkan şu sözler keyif çayıma akan damlaları artırdı; “Ne Bağdat’tan, ne Şam’dan, ne Mekke’den, ne Diyaribekir’den, ne İstanbul’dan, ne Buhara’dan bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi duymuyor.” Gözlerim yuvalarından fırlamak istercesine açıldı. Hemen koşup yuvasından çıkardığım telefonun kablosunu tekrar taktım. Birşeyler yapmalıydım, birilerine ulaşmalıydım. Duvar kenarında kıstırılıp atış talimatları yapılan babalar ile yavrularına ulaşmalıydım. Onların tek suçu Müslüman olmak mıydı? Ben de müslümandım fakat davam uğruna bi keyif çayımdan bile vazgeçemedim. Zaman kaybedecek zaman değildi. Koca birgün yüzlerce çocuğa yetim kapısı açabilirdi. Bir şeyler yapmalıydım; hemen, şuan, hiç vakit kaybetmeden, oyalanmadan…“

Yer darlığından Mücahit Bektaş, Burak Gültekin, Metin Bosnalı, Sümeyye Aslan, Enes Koç, Tuğba Baltalar ve Afyon’dan yazan Mustafa’nın yazılarına değinemiyorum. Kusura az baksınlar.

Nagihan Karhan’ın yazısında rahat bir anlatım yakalanmış fakat bütünlüğü insicamlı bir şekilde yakalayabilme noktasında bir sıkıntı bulunduğunu söylemeliyim. Birden gündelik hayattan dünyanın acı yüzüne, zulme, katliamlara geçiş yapmak yine de mümkün ama bunun da yalın bir şekilde anlatımı mümkün olabilir. Bu yalınlığa mesela Mevlana İdris’i örnek verebiliriz. İdris’i zikretmişken ve tam da elinizdeki derginiz haziran sayısı olduğu için, Mevlana İdris’in haziranda giden bir güzel adama, Cahit Zarifoğlu’na yazdığı şiiri alıntılamak istiyorum:

Ay Söylevi

Cahit Zarifoğlu`na

Mevlana İdris

biz bakardık ve sen yürürdün şeyhim

sen yürürdün ve dağlar yürürdü

öksüz bir kırlangıç olurduk sen görünmeyince

sen görünmeyince görmezdik bulutları

yağmurları kuşanıp yollarda bahara durmazdık

kapının önünde iki büklüm bekler

acıyı keşfeden bu çocuk yürekler

nasıl selam verilir bilmez

ne açar kapıları bilmezdik şeyhim

biz sorardık ve sen söylerdin şeyhim

sen söylerdin ve gökler söylerdi

kırılmış bir ayna olurduk sen konuşmayınca

sen konuşmayınca varmazdık denizlere

balıkları farkedip yunusa seslenmezdik

denizin altında öylece durur

saçlarımıza denizin akşamı vurur

çocukları kim ağlatır

kim öldürür halkları bilmezdik şeyhim


Asım Gültekin'ın Yazısı.