Ayşe Tunçayak

Yorgunluğun verdiği halsizlikle bir bank bulup oturdu. Üşümesi hafiflemiş, güneş içini ısıtmaya başlamıştı. Bir yanında yaşlı, sevimli bir dede, bir yanında gençler vardı. Gökyüzündeki bulutlar yavaş yavaş dağılıyordu. Onlar dağıldıkça içindeki olumsuzluklar da dağılıyor gibiydi. Bakmasını bilince belki de her şey hoş gözüküyordu. O böyle dalmış düşünürken yanındaki genç kızın bağırmalarıyla kendine geldi:

“Ben büyüdüm artık anne, sana hesap vermek zorunda değilim! Her şeyi senin istediğin gibi yapmak zorunda değilim! Benim kendi hayatım kendi düşüncelerim var. İstediğimi yaparım seni ilgilendirmez! Ben özgürüm anne! Yeter artık!”

Onunla birlikte orada oturan herkes şaşırmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bağıran genç kız oradan ayrılırken bir ses geldi kulağına “Aaaah! Ah! Bu gençler neden Mevlana gibi, Yunus Emre gibi özgür olmaya çalışmazlar da, ruhlarını bedenlerine; bedenlerini şeytana esir ederek özgürleşmeye çalışırlar. Ne boş bir hayal, ne acınası bi durum ya Rabbi.”

Bu söz öylesine çakılmıştı ki yüreğine, tüm özgürlüklerini baştan aşağıya sorgulaması gerektiğini hissetti. Evet, bu gençler özgür olma peşindeydi. Ve o da… Zaten canının sıkıntısı bu yüzdendi. Kendisini evden dışarı atması da bununla ilgili bir nedendi. Özgürlük güzel bir şeydi. Ama nasıl ve ne şekilde bir özgürlük… Hayattan beklentisi neydi? O, bunları düşünürken, bu sözlerin sahibinin yanında olduğunu hatırladı ve ona döndü. “Şu özgürlük konusunda bir şeyler daha söyleseniz, içim allak bullak oldu. Belki söyleyeceklerinizle biraz daha berraklaşır...”

“Nedir ilk önce özgürlükle derdin bakalım, sen ilk önce onu anlat” demişti yaşlı adam sevimli sevimli.

- Ailem dindardır ellerinden geldiğince. Fakat ben onlara uyum sağlayamıyorum. Ne desem ne yapsam sorun oluyor. Benim dünyamla onlarınki çok farklı. Ben insan değil miyim? Her şeyim kısıtlanıyor.

- Neye göre kısıtlanıyor? diyerek araya girdi yaşlı adam.

- Eski bağnaz düşünceler işte… Hiç bir şeyden haberleri yok.

- Evlat, sen Allah`a inanıyor musun?

- Tabii…

- O halde kâinatı, insanı yaratanın da Allah olduğunu biliyorsun?

- Evet…

- Bir makineyi icad eden, yapılışında emeği geçen insan mı o makinenin nelere ihtiyacı olduğunu, tamirinin nasıl yapıldığını bilir, yoksa yoldan geçen herhangi bir insan mı?

- Tabii ki o makineyi yapan…

- Öyleyse seni yaratan Rabbin seni senden daha iyi tanır. Ve senin nelere ihtiyacın olduğunu da Kuran’da bildirmiştir. İnsan ancak bunlara uyarak huzurlu olabilir.

- İyi de bunun özgürlükle ne alakası var? Hep emirlerle karşılaşıyorum.

- Sen hiç elleri bacakları bağlı değil diye küçücük bir hücreye kapatılmış, zindandaki esire özgür der misin?

- Hayır…

- Aklı başında kimse demez. Zindanın dışından habersiz, içinde oyalanıp durana ve bu zindanda bağlı olmayanlara özgür diyene de ben ne özgür derim ne akıllı. Neden emir deyince tuhaf oluyorsun? Biri size şunları şunları yaparsanız özgür olursunuz dese bu sizin iyiliğinizedir. Adı emir olsa noolur? Hem sevmeyi bilene emir, lütuftur maşuktan… Âşık sevdiğim bir şey dese de yapsam, lütfuna erişsem diye bekler…

- Anlar gibi olmuştum ama iyice aklım karıştı.

- Bu iyi…

- Ne iyi...

- Karışacak bi aklının olması… Ne saçmalıyorsun deyip çekip gidebilirdin…

- Sadece ilginçsin o kadar… Yaşlı adam gülümseyerek bakmıştı bu son söze. Neden sonra “Bak evlat” diyerek başladı konuşmasına.

- Ne demiş Mevlana: “Ey oğul! Çöz bağı, özgür ol. Ne zamana kadar altının, gümüşün esiri olacaksın?” E bunu tüm bedeni isteklere uyarlayabiliriz. Şehvet de dâhil.

- Ne demek şimdi bu? Ben paraya pula, zevke düşkün olunca esir mi oluyorum? Bunlara sahip olanlar her istediklerini yapıyor. İtibar desen, kusursuz… Yani sadece parasal anlamda değil.

- Sen hiç “Ey Habibim nefsini ilah edineni gördün mü?” ayetini duydun mu?

- Duymuştum evet.

- Evet sadece duymuşsun belli ki. Neyi Allah`tan daha çok seviyorsanız biliniz ki ilahınız odur diye bir söz… Düşün işte… Sevginin de belirtileri vardır tabii.

- Anlamıyorum…

- Bu da iyi…

- Anlayamamam mı?

- Hayır. Anlayamadığını anlaman. Zira anladığını zannedip benim deli olduğum kanısına varabilirdin…

- Onu bilmiyorum ama ben delireceğim yakında. Bu yaşlı adamda bilmediği bir çekicilik vardı. Sanki akşama kadar konuşsa dinleyebilirdi onu. Yüzü beyazdı. Gözleri öyle derindi ki. Uzunca baksa insan içine giriverecek gibi…

- Evladım, dönüşümüz Rabbimizedir elbet. Ve ben özgürlüğü bu ten kafesinden kaçmakta bulurum. Bu da sevmeyi; sevilen için “ben” den benlikten geçmeyi gerektirir. Kalpte birden fazla sevda olmaz. Zira Mevla “dünya sevgisiyle kendi sevgimi bir kalpte barındırmam” buyurmuştur. Hadi özgürlük için bunu yapsınlar da göreyim. Ben yiğit diye, mert diye, özgür diye buna derim işte. Dünyayla uğraşırken bile kendinden geçip Mevla’nın gören gözü işiten kulağı olduğu kula derim. Gerisi faso fiso… Özgürlük diye bize bunları verenler de huzursuzluk batağında boğulanlardır. Durdu bir an, sonra tekrar başladı:

- Balıklar neden çok iyi yüzer bilir misin?

- Neden?

- Kendilerini suya teslim ettikleri için… Su, kendine teslim olanı üstünde taşır. İşte böyle teslim etmelisin kendini Rabbine. Hz. İbrahim gibi… Gerçek özgür olanı ateş bile yakamazken neyleyim bu özgürlük dediğini. Tek sevgin Rabbine olursa tek korkun da Rabbin olur. Al sana özgürlük. Korkusuzluk ve eminlik durumu…

- Korkusuzluk ve eminlik durumu mu?

- Haa, böyle dediysem bu haldeki insanların güllük gülistanlık yaşadıklarından bahsetmedim. Onlar dertlerini severler. Garipliklerini severler. Herkes her şeyden endişelenirken onlar rahattır ne gelirse yârdandır derler, diken bile güldür onlara. Önemli olan sevdadır zira. Mevlana der ki: “Ey Hakk yolcusu! Gam ve kederin varsa sevin! Onlar yârin senin için hazırladığı buluşma tuzağıdır.”

- Tam anlıyor gibi oldum. Yine aklım karıştı.

- Amaaan be evlat bırak da karışsın. Ya bir de karışmasaydı… Yüreğindeki ışığı gör ve peşinden koş. Gerisi gelir. Zaten her şey yapboz gibi, zamanla oturur yerine.

Yaşlı adam yavaş yavaş uzaklaşırken arkasından bakakaldı.


GENÇ'ın Yazısı.