İbrahim Refik

Sultan Abdülhamid Han da, bu hasbi vatan evladına vefa borcu sadedinde, onun unutulmayıp daima hayır ve dualarla yadına vesile olması için kabrine güzel bir türbe yaptırıp kitabesini yazdırır (28 Aralık 1898). Fakat asırlarca bize ev sahipliği yapan o toprakların elimizden çıkmasıyla birlikte de Yunan palikaryaları kaldırıp atarlar hünkar kitabesini...

Abdülezel Paşa, tarihler 1815 senesini gösterdiğinde Konya`nın Aşağı Hâdim köyünde dünyaya gözlerini açar. Küçük yaşta İstanbul’a gelen bu Abdülezel, burada iyi bir eğitim görür. Aldığı eğitimi Kelam-ı Kadim ile pekiştirerek bu zeki çocuk yaşta hâfız olur. Küçük Abdülezel, asker bir milletin çocuğu olarak küçüklükten beri askerlik mesleğine aşıktır. Bu yüzden daha 16 yaşında bıyıkları yeni terlemiş toy bir delikanlı iken cesur bir girişimle er olarak orduya yazılır. Çok gayretli ve çalışkan olduğu için; otuz yaşlarında subaylığa terfi eder. Devletin güney-doğu cephesine tayin edilen genç Abdülezel, on yıl kadar Arabistan eyaletinin çeşitli vilâyetlerinde görev yaparak iyice tecrübe kazanır.

Yüreği Allah ve Resûlü’nün (sav) aşkıyla çarpan bu genç subay, daha hayatının baharında Beytullah’a yüz sürerek hacı olma şerefine nail olur. Sesi de son derece güzel olan bu dindar genç, yakın dostlarının ifadesiyle devamlı devamlı Kur’an’la içli dışlıdır, her daim hatim okur ve bu güzel âdetine aralıksız elli sene boyunca devam eder. Askeriye’ye adımını attığı yıllardan beri çalışkanlığı, azmi, kararlığı ve dayanıklılığı ile temayüz eden bu yiğit delikanlı kısa zamanda kendini göstererek Arabistan cephesinde binbaşılığa kadar yükselir.

Yavaş yavaş kırkına merdiven dayayan Hâfız Abdülezel`in cephedeki ilk başarısı, İngiltere, Fransa ve Piemento ile müttefik olarak katıldığımız 1853 Kırım Savaşı`nda olur. Rusların, Eflak ve Boğdan eyaletlerimizi işgal etmesi ile başlayan bu savaşa, Binbaşı Hâfız Abdülezel, Hüsrev Paşa’nın yaveri olarak katılır ve büyük başarı gösterir. Bu yıllar, Osmanlı arslanının ihtiyarlık alametleri göstermeye başladığı ve bunu fırsat bilen çevredeki çakalların isyan, ayaklanma ve başkaldırılara giriştiği yıllardır.

BEDELİ ÇOK PAHALI BİR ADA

Daha önce Teselya sancağını işgal eden Yunanlılar, tarihler 1897’i gösterirken Epir`e (Yanya vilâyeti) ve Girit`e göz dikerler. Bölgedeki yerli Rumları silâhlandırılıp Girit`e on bin gönüllü Yunan askeri gönderler. Bununla da yetinmeyerek Girit`in Yunanistan’a bağlandığını ilân edip bölgedeki Türklere karşı vahşi bir terör uygulamasına girişirler. Türk köylerini ve hatta kasabalarını basarak Müslüman halkı kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar ayırdetmeden öldürüp, mallarını yağmalayarak asimilasyona girişirler.

Akdeniz `in beşinci büyük adası olan Girit 1645`de Osmanlı idaresiyle şereflenir. Ama bu fetih öylesine zor, öylesine çok kan ve cana mal olmuştur ki, sadece Kandiye Kalesi’nin alınması 24 yıl sürmüştür. Bundan dolayı Akdeniz’in bu stratajik adasının bedeli Osmanlı’ya maddî manevî çok pahalıya malolmuştur. Bu bedelin pahası ile alakalı olarak da oldukça düşündürücü bir hatırat anlatılır.

Sultan Abdülaziz 1867’de Fransa’yı ziyaret ettiğinde, Fransız makamları Sultan’ın onuruna bir yemek tertip ederler. Bu yemekte bilvesile Girit meselesi konuşulurken patavatsızlığıyla ünlü Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon, Osmanlı Elçisi Keçecizâde Fuat Paşa’ya şaka yollu şöyle seslenir:

-Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanıza.

Bunun üzerine Fuat Paşa:

-Güzel bir öneri Ekselans, hay, hay satalım.

Napolyon, “Peki kaça?” diye üsteleyince, Fuat Paşa, Girit Adası`nın çok çetin savaşlar sonunda, on binlerce şehit verilerek alınmış olduğunu pek ince şöyle hatırlatır:

-Aldığımız fiyata Ekselens!

1897 TÜRK-YUNAN SAVAŞI

İşte o hadisenin üzerinden daha otuz sene geçmiştir ki, Yunanlılar adayı tekrar gaspetmeye kalmışlardır.

Bu vahim gelişmeler üzerine, Osmanlı Devleti altı gün içinde adanın boşaltılması yolunda Yunanistan’a nota verir. Ancak Yunanistan’ın buna kayıtsız kalması üzerine 18 Nisan 1897`de Yunanistan`a savaş ilân edilir. Müşir Ethem Paşa ordunun başkomutanı tayin edilir. Abdülezel Paşa da, Alasonya ordusunun İkinci Tugay kumandanıdır ve bu onun yirmi altıncı savaşıdır.

Savaş başlar başlamaz Yunan kuvvetleri Osmanlı hududlarına hücum ederler. Askeriyle Alasonya’da bulunan ve hücum emri bekleyen İhtiyar Arslan, hareket emrini alır almaz, birliği ile Pınarhisar üzerine yürür.

Hâfız Abdülezel Paşa`nın komuta ettiği askerî birliklerin vazifesi çok önemlidir. İlk harekette Yunanlılar tarafından bir baskınla ele geçirilen olan Milano geçidini geri almak ve buradaki güçlü Yunan savunma hatlarını yararak, Türk ordusuna Atina yolunu açmakla vazifelidir. Fakat karşılarında Veliaht Prens Konstantin’in en seçkin kıtaları vardır.

Karargâhta savaşı yönetmekte olan Başkomutan Müşir Ethem Paşa endişelidir. Acaba Türk ordusu bu zor görevi başarabilecek midir? Başarmalıdır, çünkü yıllardır ard arda alınan mağlubiyetlerden dolayı boynu bükük ve gururu kırık olan millet zafer beklemektedir. Oysa Müşir Ethem Paşa’nın endişelenmesine gerek yoktur. Çünkü savaş meydanına sürdüğü adam sıradan bir adam değildir; o ömrünü cephelerde tüketmiş son derece yetenekli bir gazidir.

Ve harekatın başlamasıyla birlikte Hâfız Abdülezel Paşa yirmilik bir delikanlı gibi askerlerinin önünde Yunan avcı hatlarına doğru atını sürer. Hedef karşıdaki Pırnar tepesidir. Bu stratejik tepenin düşmesi Türk ordusuna Milona geçidinin yolunu açacaktır. İhtiyar Arslan, hücum öncesi askerlerini toplar ve onlara şu tarihi hitapta bulunur:

PAŞA’NIN ASKERLERİNE VASİYETİ

-Askerlerim! Yiğitlerim! Kahraman evlatlarım! Dinimize, namusumuza ve vatanımıza göz diken düşmana haddini bildirmenin tam zamanıdır. Bilirsiniz ki hainler korkak olur. Biz düşman üzerine yürürsek onlar kaçarlar. Hep beraber Allah Allah diyerek hücum edelim!..”

Sonra da karşı tepeleri göstererek askerlerine şöyle seslenir:

-Arslanlarım! Şu gördüğünüz tepenin zaptı, bizim için pek büyük, pek şanlı bir muzafferiyet temin etmiş olacaktır. Siz ki Milona geçidi gibi en zor geçidi aşıp, en çetin yerlere hücum ederek Osmanlı’nın kahramanlığını bütün cihana gösterdiniz. Siz kahramanların evlatlarısınız. Allah’ın yardımı ile şu tepenin üzerinde vuku bulacak kahramanca bir hücumla zaten gözü yılmış olan düşmanı tamamen perişan edeceğinizi, sancağımızı oraya dikerek Osmanlı’nın şanını yücelteceğinizi ümid ediyorum. Eğer bu tepeyi zaptederseniz, önünüzde çiçeklerle süslü, geniş bir zafer sahrası açılacak. Bütün İslam âlemi ve Osmanlılar, sizin bu kahraman muzafferiyetinizden dolayı ilân-ı şükrân ve iftihar edeceklerdir. Analarınız sizi ancak bugün için doğurdu, bugün için büyüttü. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların kıymetli halifesi şevketli padişahımız Abdülhamid Han Hazretleri sizi bugün için yetiştirdi. Vatan bugün sizden fedakarlık bekliyor. Hülasa bugün şan ve namus, devlet ve millet sizin süngünüzle ayakta duracaktır. Eğer arslanlar gibi bir hücum ile şu tepeyi zabtedecek olursanız, namusu korumuş ve vatanı yüceltmiş olursunuz. Devletimizin gelecekteki zaferlerine de öncülük etmiş olacaksınız.

Asker evlatlarım! Size en son bir vasiyyetim var ki, bu vasiyetimin yerine getirilmesini ricâ ederim. Eğer ben, şu tepenin tarafınızdan zabt olunduğunu görmeden, şehâdet şerbetini içecek olursam, benim cesedimi şehit olduğum yere defnetmeyin. Bu tepeyi mutlaka ele geçirin ve benim için o tepe üzerinde bir kabir kazarak oraya defn edin! Şayet bu tepeyi ele geçiremeyecekseniz bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kurtlara kuşlara yem olsun.

Evlâtlarım! Sizin dağlar dayanmayan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanmaz. Bu cihetle sizden mutlaka bu tepenin zabtını isterim. Tevfik-i İlâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberî yâverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet penâhî ise, fark-ı iftihârımızda tâcımızdır. Haydi arslanlarım! Arş ileri! Dâima ileri!

ŞEHADET PEŞİNDE BİR İHTİYAR

18 nisan günü başlayan ve “Milano Muharebesi” diye anılan bu muharebe, aralıksız 28 saat sürer; Osmanlı askeri bu müddet içinde kursağına bir lokma koyamadan silah atar, savaşır, hücüma kalkar.

Sabahın erken saatlerinde düşman mevzilerini topla bombardıman ettikten sonra hücuma geçen Abdülezel Paşa’yı tutabilene aşkolsun.

Göğsü harp meydanlarında alınmış nişan ve madalyalarla dolu olan bu çatık kaşlı beyaz sakallı nurani adam, tıpkı yüzyıllar öncesinde doksan küsur yaşında, Konstantinapolis önlerine gelen Mihmandâr-ı Nebevî Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî’yi andırmaktadır. İhtiyar Arslan askerlerinin başında ve ateş hattının içine dalınca emrindeki subaylar koşuşturup Hafız Paşa’yı atından indirmek isterler. Çünkü karşılıklı olarak bombardıman ve ateş hızlanmış, etrafa yağmur gibi gülleler ve mermiler yağmaktadır.

Yanındaki paşalar yalvarırlar:

-Paşa hazretleri hayatınızı tehlikeye sokuyorsunuz. Emniyet için biraz gerilerde dursanız. Burada mermiler etrafınızda uçuşuyor.

Ak sakallı o ihtiyar delikanlı hiç oralı değildir:

“Ecel gelmeden insan ölmez. Ben elli yıldır böyle dövüştüm. Şimdiye kadar bulunduğum müteaddit muharebelerde atımdan inmedim; kıtamın başından ayrılmadım; ölüm korkusuyla geri çekilmek zilletini irtikap etmedim; yaşım kemali bulmuş; devlete edeceğim hizmet yalnız bundan ibaret kalmış iken mi kendime güldüreceğim?” Hâfız Abdülezel Paşa`nın, yaşından beklenmeyen bir çeviklik ve celadetle atını Pırnar tepesindeki Yunan mevzilerine doğru sürmesiyle aşka gelen askerler, arkasından kükremiş bir sel tepeye doğru akmaya başlar.

İşte o anda paşamıza bir kurşun isabet eder. Kör kurşun Hafız Paşa’nın ağzından girip şahdamarına saplanmıştır. Ordusunun önünde arslanlar gibi savaşan büyük kahraman, bir an sarsılır. Kanlar içinde yıkılmadan önce atının yelesine yapışarak bir müddet daha gider. Ve mertebelerin en yücesi olan ve yıllardır peşinden kovaladığı şehadete kavuşmuştur. Durumu anlayan Gemlik tabur komutanı bu kahraman mücahidi atından indirir. Yüzü kanlar içindeki Paşa, sanki tebessüm etmektedir. Etrafına toplanan silah arkadaşları gözyaşları içindedir. Çünkü, hayatı boyunca cepheden cepheye at koşturan Hâfız Abdülezel Paşaları, komutanları, babaları artık yaşamamaktadır. Subayından askerine herkes kendini öksüz kalmış gibi hissetmektedirler. (18 Nisan 1897).

Zaten memleketi Hâdim’i son ziyaretinde, dostlarından birine; “Cenab-ı Hak, hafızlık nimeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehitlik rütbesidir!” diyerek şehit olma arzusunu dile getirmiştir.

Artık vakit, paşalarının kanını yerde bırakmama, o mübarek şehidin vasiyetini yerine getirme vaktidir. Ve Osmanlı askerleri tekbir sesleri içinde bir sel olarak Pırnar tepesine doğru hücuma geçerler. Bu hırs küpü askerleri, Yunan mevzilerinden yağmur gibi yağan top güllelerinin ve kurşun mermilerilerinin durdurması mümkün değildir. Şaşkına düşen entarili Efsun alayları panik halinde mevzilerini terkedip kaçmaktan başka bir çare bulamazlar.

Bozgun halinde kaçışan Yunan askerlerinin dudaklarından tek feryat yükselmektedir:

-Erkete Turko...

Evet Türkler gelmektedir, bütün haşmet ve celadetiyle gelmektedir... Hayda vre palikarya, erkete Turko!

Evet, Yahya Kemal’in ifadesiyle, o mücehhez, her şeyi hazır, kendi toprağında harp eden Yunan askeri, tabanları ensesine vurarak, panik içinde ri’cat ederler.

Pırnar tepesinin düşmesinden sonra stratejik Milona geçidi rahatça aşılınca 25 Nisan’da Yenişehir, 26 Nisan’da Tırhala zaptedilir. Dömeke’ye çekilen Yunan Prensi Konstantin buradaki meydan muharebesinde de tam bir bozgun yaşar (17 Mayıs). Osmanlı ordusu, Alman kurmaylarının “altı ayda geçilemez” diye rapor verdikleri Termopil geçidini yirmi dört saat gibi mucizevi bir zamanda aşarak Atina yolunu açarlar.

Bu gelişmeler Atina`da büyük kargaşaya sebep olur. Yunan hükümeti iktidardan düşer.

Yeni hükümet Avrupalı büyük devletlerin ve Çarlık Rusyası’nın kapısını çalarak, barışı sağlamak şartıyla Osmanlı Devleti`nin bütün şartlarını kabul edeceğini peşinen kabul etmek zorunda kalır.

EN BÜYÜK RÜTBE

Hafız Abdülezel Paşa, şehitlik rütbesini kazandıktan sonra önce Pürnartepe’ye, daha sonra da Alasonya Camii’nin haziresine defnedilir.

Sultan Abdülhamid Han da, bu hasbi vatan evladına vefa borcu sadedinde, onun unutulmayıp daima hayır ve dualarla yadına vesile olması için kabrine güzel bir türbe yaptırıp kitabesini yazdırır (28 Aralık 1898). Fakat asırlarca bize ev sahipliği yapan o toprakların elimizden çıkmasıyla birlikte de Yunan palikaryaları kaldırıp atarlar hünkar kitabesini...

Bugün, bu Konyalı paşamızın ismi; güzel İstanbulumuzun Balat semtinde, Haliç kıyısında yeşillik bir caddeye verilerek yaşatılır.

Sıradan bir er olarak askerlik mesleğine girip en üst rütbelere kadar tırmanan ve hayatı boyunca cephelerde koşarak bu vatan uğruna seve seve canını veren aziz paşamıza rahmetler diliyoruz.


GENÇ'ın Yazısı.