Yusuf Deren

Kendilerine profesör denilen üç kişi vardı karşınızda. Üçünün de hayattan bezmiş bir halleri vardı. Bitse de gitsek kıvamındalardı. Ama yapmak zorunda oldukları bir görevleri de vardı işte. O da hiçbir kuralı, algoritması, mantığı olmayan bu mülakat kurumunu işletmekti. Kimlerin mülakatta başarılı olacağı önceden belirlenmiş de olsa yine de ciddiyetten ödün vermeyen insan rolünü iyi oynuyorlardı.

Enstitü bahçesinde toplanmış yüzlerce takım elbise ikişerli üçerli gruplar halinde bir araya gelmiş konuşuyorlardı. Birçoğunun elinde çay-kahve bardağı ve az diyebileceğimiz kısmının ellerinde ise sigara vardı. Üzerlerindeki mahmurluğu atamamış da olsa, çoğu bir özgüven taşması yaşıyordu. Bilmiyorum, belki de bana öyle geliyordu.

Kendimi, üzerime zorla giydirilmiş bu kıyafetlerle son derece eğreti hissediyordum. Kendi kendime söz vermiştim, dünyanın en faşizan uygulaması olan mülakat bittikten sonra bunları fırlatıp atacak ve bir daha mecbur olmadıkça giymeyecektim.

Aslında diğer günlerde olsa beni neşelendirecek güzel bir hava vardı. Sabah rüzgârı tatlı tatlı esiyor, binaların arasından sokulup gelen güneş ışıkları insanın içini ısıtıyordu. Bir çay bir kitapla işte şuradaki bankların üzerinde hayatın tadına varabilirdim. Ne var ki buna izin vermiyorlardı işte.

Her şey mezbaha mantığıyla işliyordu. Sizi sırayla içeri alıyorlar ve üç dakikada işinizi görüyorlardı.

Kendilerine profesör denilen üç kişi vardı karşınızda. Üçünün de hayattan bezmiş bir halleri vardı. Bitse de gitsek kıvamındalardı. Ama yapmak zorunda oldukları bir görevleri de vardı işte. O da hiçbir kuralı, algoritması, mantığı olmayan bu mülakat kurumunu işletmekti. Kimlerin mülakatta başarılı olacağı önceden belirlenmiş de olsa yine de ciddiyetten ödün vermeyen insan rolünü iyi oynuyorlardı.

Ama bir tuhaflık vardı sanki. Hocalar sürekli gözlerini kaçırıyorlardı. Belli ki “sen ağzınla kuş tutsan biz yine de seni almayacağız”ın utancını yaşıyorlardı. Gerçekten öyleydi, sınavlardan en iyi puanları alsanız dahi mülakat puanınıza 10’u çakıp canınıza okuyabiliyorlardı.

İlginçtir, konuyla alakalı soru sormaktan kaçınıyorlardı. En büyük korkuları sorularla doğru cevap verme ihtimalimdi galiba. “Anlat” dediler. “Ne yapıyorsun?”, “Kimsin?”, “Niçin buradasın?” gibi bildik sorular… Ben de anlattım. Lafı güncele, kitaplara getirmeye çalıştım. Ama faydası olmadı. Çünkü o taraklarda pek bir bezleri yoktu. Ben konuşurken sürekli önlerindeki kâğıtlara bakıyorlar, çok meşgulmüş gibi yapıyorlardı.

Neden sonra bir tanesi “İşletme nedir?” sorusunu sormayı akıl edebildi. Çünkü, bu adı üstünde bir “İşletme” mülakatıydı. Bu müthiş buluşundan ötürü orta yaşlı adamı tebrik ettim. Tabii ki içimden…

Dilimin döndüğünce ‘İşletme’yi anlatmaya çalıştım. Hem bir bilim dalı olarak hem de bir kurum olarak. Ama onlardan olumlu-olumsuz yine bir cevap alamadım. Teşekkür edip sıradakini beklemeye koyuldular.

Çıkarken kaybetti(rildi)ğimi biliyordum. Kapıyı usulca kapadım, sırasını bekleyen takım elbise ve tayyörlerin arasından sıyrılıp temiz havaya adımımı attım. Özgürlük gibisi yoktu. İlk gördüğüm çayevine girip kendime demli bir çay söyledim.

Biliyordum ki bu temyizsiz, faşizan sistem devam ettikçe bir daha bu sınavlara girmeyecektim. Benim üzerimden kendini tatmin etmek isteyen bu adamlara bir daha fırsat vermeyecektim.


GENÇ'ın Yazısı.