Hikmet Sami Ay

Goncagül Tiyatrosu’nun kurucusu olan yılların sanatçısı Hüseyin Goncagül’den, “tebessümü eksik etmediği” hayatının hikayesini dinledik. Neşeli, kıpır kıpır ve hayat dolu yüreğine misafir olduk.

Sizin hikayenizle başlasak? Nereden geliyor bu mizahi yönünüz? Nasıl yetiştiniz?

Benim hikayem şöyle: 1955 yılında doğdum. 1960’lı yıllarda, babam Üsküdar şehir hatlarında çalışan bir memurdu. Meşhur bir arkadaşı vardı; Dümbüllü İsmail Efendi. Meddahtı kendisi. Vapurla Eminönü’ne geçmeden önce babamlara uğrar ve bir sürü komik şey anlatırmış. Babam da eve geldiğinde, aynı matraklıkla olan biteni bize anlatırdı. Canlandırma falan yapardı. O anlar üzerimde epey tesirli olmuştu.

Daha sonra 10-11 yaşlarında İstanbul İmam Hatip’e yatılı olarak gittim. Recep Tayyip Erdoğan, İdris Naim Şahin, Mehmet Müezzinoğlu gibi isimler sınıf arkadaşımdı. Birkaç kişilik İstanbullu ekibimiz vardı, sınıfın maskotu olmuştuk. Lise 1. sınıfta, devlet tiyatrolarının sınavına katıldım. 600 kişi içinden ilk 20’ye girdim ve 1970 yıllarında yaklaşık üç sene çocuk tiyatrolarında oynadım. Bir yandan okul devam ediyordu, diğer yandan da tiyatroya gidiyordum. Fakat, ne okulun tiyatrodan haberi vardı, ne de tiyatro İmam Hatip’te okuduğumu biliyordu. Mahalle baskıları o zaman da mevcuttu. Hiç unutmam, tiyatro müdürü Ali Bey beni bir gün odasına çağırdı. Evrakımda yer alan “İH Okulu” ne demek diye sordu. Ben de İsmail Hakkı Okulu dedim bir anda. “İyi, sen git ben düzeltirim o zaman” dedi… Yani o zamanlardan “takiyye” yapmaya başladık. Hem tiyatrodaki rolümü oynuyordum, hem de diğer rolümü. (Gülüyor.)

1973’te İmam Hatip yıllarım bitti ve Milli Türk Talebe Birliği günlerim başladı. Tiyatro ve sinema kulüpleri vardı. Necip Fazıl’la görüşüyorduk, onun Mukaddes Emanet eserinde vazife aldım. Aynı yıllarda, ayrıca Milli Nizam Partisi’nin gençlik kollarında çalışıyorum, sunuculuk yapıyorum, marş grubu kuruyorum vs.

1974-76 arasında da Ortaköy Eğitim Enstitüsü’ne girdim. Olaylar çoktu. Okulun yarısı ülkücü, yarısı da solcuydu. Biz dört kişi, MTTB’li ve İmam Hatip mezunuyduk. Saçlar uzun, sakallar uzun, tebliğ yapardık.

O yıllarda mizahi yönünüz baskın mı yine?

Elbette. Dolaylı göndermeler ve giydirmeler eksik olmazdı, özellikle solcularla tartışmalarımızda. Mesela öğretmenlik yaptığım bir gün, benden önce Tarih hocası Lozan Antlaşması’nı anlatmış çocuklara. Hepsi seviniyor çocukların, sanki zafer kazanmışız gibi. Bu manzara karşısında onlara şöyle dedim: Şimdi tahtaya yazıyorum, ömür boyu unutmayın bunu: Lozan; Bizi Bozan! Hepsi tekrar edip durdu bunu o gün…

Peki sonra?

12 Eylül öncesi her mahalle gruplara ayrılmıştı, sağcılar, komünistler, ülkücüler vs. Bizim mahallede, bir sene imamlık yaptım, çocuklarla camide oyun oynar, neşeli dakikalar geçirirdik. Güreş tuttuğumuz olurdu. Hutbelerde manifesto verirdim, Sezai Karakoç’tan bölümler okurdum. Gençlerin çok hoşuna giderdi, gözleri fal taşı gibi açılırdı, yaşlılarsa uyuyakalırdı. Hatta yaşlı ekip beni çok kınadı, eleştirdi o dönem.

Müthiş bir dava aşkı vardı sizlerde değil mi?

Kesinlikle. Biz o zaman, Müslüman Türkiye rüyası ile yatıp kalkıyorduk. Hiçbirimiz İmam Hatip’i bitirince sıradan bir mesleğe talip olmuyorduk. En güzel ve en iyi yerlere göz dikmiştik. Aşılanan buydu ve aşk vardı. Şimdi ise, donuk ve sönük bakışlı gençlerde o aşkı bulamıyoruz çoğu zaman…

Yirmili yaşlardan sonra durum nasıldı?

Akıncılar içinde yer aldım. Kamplar olurdu, giderdim, ya marş söylerdim ya da başımdan geçen ilginç hadiseleri mizahi bir dille anlatırdım. Çok doğal olarak yapardım bunu. Şehit Metin Yüksel’le birlikte Kurtuluş İslam’da mitingi için Batman’a gitmiştik, Mustafa Yazgan da hatipti orada. Müthiş bir kalabalık vardı. Biz de Metin’le o mitingin filmini çekmiştik.

Yıllar geçtikçe daha da profesyonelleştik ve 1995’ten 2001’e kadar, Kanal 7’de “İstanbul Kazan Ben Kepçe” programını yaptık. Sokak tiyatrosuydu. Çok güzel günlerdi gerçekten de… Müthiş keyif almıştık, izleyenleri de çok eğlendirmiştik…

Buradan yola çıkarak, lise yıllarında iyice açığa çıkan esprili ve neşeli kişiliğiniz, giderek tüm Türkiye’ye mâl oldu diyebiliriz. Şimdi soralım öyleyse: Neden mizahı seçtiniz, güldürme yolunu tercih ettiniz? Nasıl bir duygu bu?

Peygamber Efendimiz tüm insanlar için “üsve-i hasane” yani örnek bir modeldir. Benim hiç sevmediğim şeylerden biri, birisine sadece söz ile “hadi yavrum namaz kıl” demektir. Sen eğer örneksen, gerçekten modelsen, etrafındaki insanları “güzele” çağırıyorsun demektir zaten. Fiili olarak tebliğ ediyorsun manasına gelir. Bir de Peygamber Efendimiz, tebessüm eden bir peygamberdi, gülerdi. Halbuki dindarlar hep yobaz, asık suratlı ve öfkeli gibi karikatürize edilmiştir genelde. İşte ben, hep o tebessümü, İslam’ın güler yüzünü ön plana çıkarmaya gayret etmişimdir.

Bir de Nahl Sûresi’nin 125. ayetinin başı çok hoşuma gidiyor: “Ud’u ilâ sebîli rabbike bil hikmeti vel mev’ızatil haseneti…” Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır buyruluyor. “Hasene” kavramını, sanat olarak algılıyorum ben, tüm güzellikler olarak yorumluyorum. Ama maalesef, güzel sanatlarda Müslümanlar olarak sınıfta kaldık. İslami diziler vardır mesela, ayyaş adamlar Ebu Suud olmuştur. Ya da benim bir tiyatro grubum var, on yıldır zor ayakta duruyor…

Yani bu ayeti güzel sanatlar olarak yorumluyorsunuz ve fakat, Müslümanlar açısından rağbet olmadığını söylüyorsunuz.

Evet, hiç rağbet görmemiş… Ben ayetteki “hasene” kavramını, bir tebliğ aracı olarak yorumluyorum. Tüm güzel sanatlarla Rabbini anlat, O’na çağır insanları… Sanat bu…

Peki bu neşeli tarzınız, mizahi yanınız, eleştirildi mi?

Bana bazen “sen ne kadar rahatsın” diyorlar. Allah’ın helalleri-haramları belli, kırmızı çizgileri aşikar. Bunların dışında fazladan bir daraltmaya gitmenin, sıkmanın manası yok. Efendimiz “kolaylaştırın, zorlaştırmayın” diyor. İnsanları fazladan korkutmanın bir anlamı yok. Sevdirmek, nefret ettirmemek gerek. Müjdeleyici bir Peygamberimiz var, ben niye müjdelemeyeyim ki?

13 sene öğretmenlik yaptım, hiçbir zaman öğretmenler odasına girmedim. Çocuklarla öyle haşır neşir olurduk ki, onlar daha heyecan verici gelirdi bana. Hatta çocuklar derslerde, parmak kaldırırken “öğretmenim öğretmenim” demek yerine, “babacım babacım” derlerdi.

Mesela biz 12 Eylül’den önce, bahçemize pinpon masası koymuştuk. Gençler hep oraya geliyordu. Tefsir okuyorduk, hikaye ve menkıbeler anlatıyorduk. Hiç kimseye doğrudan bir şey demediğimiz halde, birçoğu namaza başlamıştı o gençlerin, aileler gelip anneme teşekkür ediyordu…

O senelerde, otuz genci bir namaza götürmüştüm. İmam Efendi, gözlerini dikti bizlere, sonra şöyle dedi: “Gençleri görüyorum. Ne yazık ki başlarına bir takke takmayı çok görmüşler!” Bu sözler üzerine o otuz genç dondu kaldı, buz gibi oldu. Ben de mahvoldum orada…

İnsana Yatırım Sanatla Olur!

İslami bir bankaya gittim geçenlerde, oranın yöneticilerine, Yapı Kredi’nin ve Akbank’ın çocuk tiyatrolarını örnek gösterip “neden sizin çocuk tiyatronuz yok” dedim. Çocuklar Noel Baba’yı biliyor, Nasreddin Hoca’yı bilmiyorlar diye sitem ettim. Pek oralı olmadılar, önceliklerin başka projeler olduğunu söylediler. Halbuki yeni bir nesile, insana yatırım yapmak çok önemli… Bu tür bir bakış açısı eksik bizlerde…

Altı Ayda Öğrettiğimizi İki Saatte Aşılıyorsunuz!

Goncagül Tiyatrosu olarak Ramazan’da Ataşehir’de etkinlikler yaptık. Cıvıl cıvıldı. Tencere tavacılardan biri “siz bunları kasten yapıyorsunuz, çocukları etkilemek için böyle yapıyorsunuz, mevlit okuyacağınıza bu işlerle uğraşıyorsunuz” dedi. Cahil işte, biz bunu yıllardır yapıyoruz, onlara özel bir şey yoktu ki… Neyse, o programlar öyle sevildi ki, çocuklar kitlendi resmen. Müftü Efendi varmış izleyiciler arasında, çıkışta bana aynen şöyle dedi: “Vallahi hocam, bizlerin altı ayda öğrettiklerini, siz iki saatte aşılıyorsunuz çocuklara…”

Cafcaf’a Sahip Çıkılmıyor!

En çok acının yaşandığı yerde sanat doğar. Sanatçıların hayatı çok dalgalıdır bu yüzden. Müslümanlar bu topraklarda da dünya genelinde de çok acı çekti. Buna rağmen, yeteri kadar sanat alanında gelişemedik… Gelişmeye çalıştığımız alanlarda da genel bir ilgi alaka uyanmadı insanlarda. Mesela Cafcaf Dergisi, müthiş çalışmalarına ve o kadar güzel karikatürlerine rağmen, yeteri kadar ilgi görmüyor. Sahip çıkılmıyor… Hepimiz adına bir utanç doğrusu…


GENÇ'ın Yazısı.