Felsefî düşünce sebebiyledir ki İslam coğrafyasında tıp, astronomi, matematik ve diğer tabiat ilimlerinde araştırma yapanların birçoğu deist ve ateist dünya görüşüne sahip olmuşlardır. Ancak varlığı daha derinden kavramak için her türlü çalışma, irdeleme ve yorumlama anlamındaki hikmet ve ilim şeklinde telakkî edilen felsefe İslam toplumunda her dönem teşvik görmüştür.

İlahiyat Fakültelerinde Felsefe Tarihi derslerinin kaldırılması veyahut seçmeli hale getirilmesi kadîm bir mesele olan ve henüz hesaplaşmamızı tamamlayamadığımız felsefeyi yeniden gündeme taşıdı. Felsefe Yunanlıların olarak kalsaydı, ya da oradan bize hiç uğramadan Batı’ya intikal etseydi eminim daha kolay hesaplaşacaktık, ancak ortada İslam coğrafyasının da karıştığı yüz yıllar süren bir dönem var. Hikmet sevgisi manasına gelen felsefe ile İslam toplumu, 8. yüzyıldan itibaren Grekçe ve Süryânîce’den yapılan tercümeler vasıtasıyla tanıştı. Din ile felsefe, diğer tabirle nakil ile akıl arasında bir uçurumun bulunmadığını ortaya koymak için kırk takla attırılmıştır. İslam Felsefe ekollerinden kabul edilen İhvân-ı Safâ ve İşrâkî düşünürleri, Aristo’nun peygamber olduğuna dair aşırı bir iddiada bulunarak aslı astarı olmayan bir takım rivayetlere bile yer vermiştir. Filozofların genel eğilimi teorik açıdan aklî bilginin, pratik açıdan naklî bilginin daha üstün olduğu şeklindedir. Tabiat filozofu Ebu Bekir er-Râzî aşırı bir cesaret göstererek ruhî ve manevî açıdan arınmanın dinle değil ancak felsefe ile mümkün olacağını iddia etmiştir.

Fetihlerle genişleyen İslam coğrafyasında Müslümanlar Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle tanışınca eski dünyanın ilim ve düşünce ürünlerini Arapça’ya çevirmenin gerekliliğine inanıldı. Yabancı kültürlerle bu şekilde tanışmanın kaçınılmaz sonucu olarak İslam toplumunda fikrî bir çok fraksiyon, çeşitli felsefî ekoller ortaya çıktı. Bunlardan ilki varlığın ezelî olduğunu bir yaratıcısının bulunmadığını ileri süren Dehriyyedir. Bu materyalist felsefe akımının temsilcisi olarak kabul edilen İbnü’r-Râvendî, maddî kâinatın dışında manevi hiçbir varlığın bulunmadığını ileri sürmüş, peygamberliği, mucizeleri inkâr etmiş ibadetleri manasız alışkanlıklar olarak görmüştür. Yine bu dönemde ortaya çıkan düşünce akımlarından biri de Tabiat Felsefesidir. Savunucularından Râzî yaratıcıyı kabul ettiği halde dine ve peygamberlere gerek olmadığını söyleyerek İslam dünyasında deist (kısaca Allah kâinatı yarattı daha sonra başıboş bıraktı diyen felsefi anlayış) görüşü savunan bir filozof olarak kayıtlara geçmiştir.

Temsilcilerinin isimlerini en çok bildiğimiz, en geniş kadroya sahip felsefi akım Meşşâîlik’tir. Kindî, Fârâbî, İbn Sîna, İbn Rüşd gibi dünyaca tanınan filozoflar bu saftadır. Kindî’den İbn Rüşd’e kadar 500 yıl devam eden bir süreç söz konusudur. Felsefî problemlerin çözümünde her şeyden çok akla öncelik tanıdıkları için rasyonalisttirler. Vahyi kabul etmekle birlikte akılla nas arasında bir çelişki söz konusu olduğunda aklı tercih, nassı ise te’vil ederler. Meşşâîler ahiret hayatının cismanî değil ruhanî olduğuna inanırlar, Allah’ın genel kaideler koyduğu, ancak küçük şeyleri bilemeyeceği görüşündedirler. Onlara göre kâinat ezelde ortaya çıkmıştır, ancak bir yaratıcı tarafından yaratılmamıştır. Gazzâlî‘nin Meşşâîleri eleştirdiği Tehâfütü’l-felâsife adlı ünlü bir eseri vardır.

İhvân-ı Safâ (temizlik kardeşleri) adı verilen hareket, 10. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, bütün din ve milletlerin manevî ve ilmî miraslarından müteşekkil felsefî bir din kurma peşine düşmüştür. İşrâkîlik adı verilen 12. yüzyılın sonunda Meşşâîliğe karşı doğan akım rasyonel bilgi kanalıyla gerçeğe ulaşmanın imkânsızlığını savunmuş, insanın ancak derûnî tecrübe ve mükâşefe yoluyla iç aydınlığa ereceğini ve gerçekle yüz yüze geleceğini iddia etmiştir.

Bütün bu hareketlerden bağımsız bir düşünür kabul edilen Gazzâlî’nin diğer filozofları eleştirmesinin en temel nedeni felsefe ve bilim düşüncesi değil, felsefenin içinden bir ateizm söylemi üretilmesidir. Felsefe İslam coğrafyasında ciddi bir kültür krizine yol açmıştır. Felsefe her şeyden önce politeist (çok tanrıcı) Yunan toplumunda ortaya çıkmıştır. Felsefî metinlerin Arapça’ya tercüme faaliyetlerinde Hıristiyanlar ve putperestler görev almıştır. Felsefe genel olarak İslam coğrafyası içerisinde çıkan diğer bâtınî ekoller tarafından sünnî İslam’a karşı bir silah olarak da kullanılmıştır. Felsefî düşünce sebebiyledir ki İslam coğrafyasında tıp, astronomi, matematik ve diğer tabiat ilimlerinde araştırma yapanların birçoğu deist ve ateist dünya görüşüne sahip olmuşlardır. Ancak varlığı daha derinden kavramak için her türlü çalışma, irdeleme ve yorumlama anlamındaki hikmet ve ilim şeklinde telakkî edilen felsefe İslam toplumunda her dönem teşvik görmüştür.


Ali Can'ın Yazısı.