Ömer Çelik

Vakit gece, pek de soğuk bir gece ve ortalık zifiri karanlıktır. Bir adam çıkageliyor. Etraftan odun, çalı-çırpı topluyor; onları rahatça tutuşturabilecek bir şekilde üst üste yığıyor. Yongalarını, çıra parçalarını uygun yerlere yerleştiriyor. Bu arada adamın etrafında da bazı kimseler var. Bunlar sabırsızlıkla bekliyorlar ki adam ateşi yakacak; ısınacaklar veya yollarını görüp yürüyecekler. 

Dünya mânen karanlıklara boğulmuştu. Her taraf zifiri karanlıktı. Çünkü karanlık güçler hâkimiyeti ele geçirmiş; türlü türlü günahlar ve zulümler katran gibi karanlıklar halinde her yönü sarmıştı. Kur’an dilinde, Peygamber lisanında günahlar “zulumât: karanlıklar” olarak ifade buyrulur. Tam da böyle bir zamanda Hira Nur Dağı’ndan bir nur doğdu. Kalbindeki ve dilindeki Kur’an meşalesiyle karanlıkları dağıtma ve etrafını aydınlatma vazifesiyle kutlu bir insan ortaya çıktı: Hz. Muhammed (s.a.v). Dünya denen meydanda “Ateş yakan bir adam ve çevresindekiler”den oluşan bir imtihan sahnesi kuruldu. Bir kısım insanlar yanan o ateşle karanlıklardan ve soğuklardan kurtuldu. Bir kısmı ise o meş’aleye gönül pencerelerini kapattıkları için karanlıklar içinde kaldı. İşte şu âyet-i kerime o sahneyi gayet özlü bir şekilde bize canlandırmaktadır:

“Onların (münafıkların) durumu, bir ateş yakan adamın durumu gibidir. O (yakılan ateş) çevresindekileri aydınlatınca Allah (hidâyetten nasibi olmayanların) ışıklarını giderip kendilerini karanlıklar içinde görmez (ve şaşkın kimse)ler halinde bırakıvermiştir. (Onlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir. Artık (gerçeği kabule) dönmezler.” (el-Bakara 2/17-18)

Bu örneklemede şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır: Vakit gece, pek de soğuk bir gece ve ortalık zifiri karanlıktır. Bir adam çıkageliyor. Etraftan odun, çalı-çırpı topluyor; onları rahatça tutuşturabilecek bir şekilde üst üste yığıyor. Yongalarını, çıra parçalarını uygun yerlere yerleştiriyor. Bu arada adamın etrafında da bazı kimseler var. Bunlar sabırsızlıkla bekliyorlar ki adam ateşi yakacak; ısınacaklar veya yollarını görüp yürüyecekler. Sonra adam cebinden kibritini çıkararak çakıyor ve odunları tutuşturuyor. Ateş yanmağa, alevler yükselmeğe başlıyor. Tutuşan ateş ve yükselen alevler, adamın etrafında bulunanları aydınlatınca Allah orada bulunanların bir kısmının “görme” duyularını tamamıyla yok ediyor. Onları müthiş karanlıklar içinde, asla hiçbir şeyi göremez bir durumda; sağır, dilsiz ve kör olarak; artık ileri veya geri herhangi bir tarafa asla dönemez bir halde bırakıyor.

Bu manaya göre yakılan ateş sönmüyor; ateşi yakan adam ve etrafında bulunanların bir kısmı da karanlıklar içinde kalmıyor. Dolayısıyla ateşi yakan Peygamberimiz (s.a.v)’dir. Yaktığı ateş, İslam’a davet ateşidir. Peygamberin İslâm’a daveti karşısında mü’minler bir grup, münafıklar da diğer bir grubu oluşturmaktadır. Peygamberimizin davet ve irşadı bakidir; o ateş sönmemiştir, sönmeyecektir. Fakat Allah Teala, sergiledikleri iki yüzlülük, yalancılık, bozguncu tutum ve davranışları sebebiyle münafıkların akıl ve anlayış nurlarını almıştır. Onları imansızlık, küfür ve şek karanlıkları içinde bırakmıştır. Onlar artık böyle karanlıklar içinde bir türlü gerçeği göremezler. Onlar gerçeği işitme bakımından sağır, gerçeği söyleme açısından dilsiz ve gerçeği görme zaviyesinden kördürler. Bu hallerini terk etmedikleri sürece gerçeği fark edip hidâyete dönmeleri oldukça zordur.

Allah Resûlü (s.a.v)’in İslâm daveti, bir taraftan müjdelemeyi, diğer taraftan ise korkutmayı içine alır. Cenneti müjdelediği gibi, buna karşılık cehennem ile de korkutur. “Ateşten kaçın, cennete koşun” der. İşte mü’min bu talimatların gereğini yerine getirmek için var gücüyle çalışır. Münafık denilen karaktersiz döneklerin ise verilen müjdelere ağızları sulanırken, korkutucu şeylerden de başları döner. Ağızlarıyla “İnandık!” derler, hidayet oraya kadar gelir, fakat kalplerine inme fırsatı bulamaz. Çünkü onların bu gerçekleri kavrayacak melekeleri işlevini kaybetmiş; akıl ve idrak nurları sönmüştür.

O halde, Peygamberimizin tutuşturduğu, nefsin binbir türlü hastalığını, kir ve pasını yakan, eriten temizleyen, onu halis hale getiren; kalbin manevi duygularını ısıtan, canlandıran, büyüten ve geliştiren; nefsin karanlıklarını dağıtan ve kalbi aydınlatan İslam’a davet ateşini ilk günkü sıcaklığıyla hissedip, o davete icâbetin heyecanını yaşamak gerekiyor.

O davetin cennet, rıdvân, cemâlullah müjdesiyle ten kafesi can kuşuna dar gelerek ruhlarımız kanatlanacak, cehennem inzarıyla da kırık kanatlı bir kuş gibi yerlerde sürünüp çırpınacak; böylece ümit ve korku kanatlarını çırpa çırpa Rabbine doğru yol alacaktır.


GENÇ'ın Yazısı.