Muaz Ekşici

Ben uzun yıllar süren savaşları, kana susayan canileri, vahşeti normalleştiren milletler cemiyeti’ni hep tarihte kaldı diye bilirdim, lakin genetiksel olarak geçmişçesine hâlâ kol geziyor pervasızlık. Onların suçu muydu orada yaşamak, yoksa bizim suçumuz muydu burada oturmak?

Suriye’de üçüncü yılına giren acımasız iç savaş sonucu mülteci durumuna düşen bir milyonu aşkın kişiden 500 bine yakını Türkiye sınırında zor şartlar altında kalmakta. O kalanlardan kimileri Türkiye’nin içlerine doğru, daha iyi hayat koşulları elde ederim ümidiyle, göçmekteler. Göçülen yerlerin başında Hatay, Kilis, Antep, Urfa ve Mardin gelmekle birlikte Adana, Konya, Ankara ve hatta İstanbul’a kadar ulaşmışlardır. Sadece İstanbul/Fatih’te 30 bin civarında mülteci Suriyeli vardır.

Memleketim Konya’da ise 20 bin civarında bulunmaktadırlar. Artık merkezde, çarşıda, pazarda ya da merkezden uzaktaki yerleşim yerlerinde gözle görülür şekilde arttılar. Kadın ve çocuk ağırlıklı olarak, başlarında yaşlı amca veya sağ kalan evin erkeklerinden birkaçı aileye öncülük etmekte. Kimileri yaralı, kimileri sakat, yardıma muhtaç bir şekilde sığınabilecekleri her yere, boş dükkan, park, depo, apartmanların izbe katları, kısacası kafalarını sokabilecekleri herhangi bir yere yerleşiyorlar.

Sağ olsunlar, yurdumuzun yardımsever insanları imkanları ölçüsünde onlara el uzatıyorlar. Bunlardan bir tanesi olan yakınımın anlattıkları gerçekten içler acısı. Mesela Konya Tren Garı’na yakın mevkide eski olan bir evde 20-30 kişi kalmakta ve paragöz ev sahibi, makulün üstünde, yani 1250 lira kira almaktaymış. Yorum yapmak istemiyorum bu kişiye. Yine merkezde buldukları boş bir dükkanda oturanlar da zor şartlarda yeme-içme-barınma ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlar. İlk planda boş parklarda geceliyorlar, ardından taşınabilecekleri yeri araştırıyor, bulunca da hemen oraya gidiyorlar. Aldığım duyumlara göre bazı mahalle imamları bir araya gelerek mahallelerine gelen Suriyelilere ellerinden geldiği kadarıyla yardım ediyorlarmış. Mümkünse çok mağdur durumda olanları buldukları boş evlere yerleştiriyorlar, onlara ikinci el eşya toplayarak, infak ediyorlarmış. Tabii ki burada yine hayır sever insanlar devreye girerek, gerek kullanmadıkları eşyaları bağışlıyorlarmış, gerekse de marketlerden gıda paketleri alarak iyilik elçileri olan gönüllü imam ya da vatandaşa ulaştırıyorlarmış. O insanlar da gerekli yerlere dağıtıyorlarmış.

Hatta tanıdıkları herkese diyorlarmış ki; ‘Kullanmadığınız eşyaları, boş duran evlerinizi, depoladığınız gıdaları muhtaç olanlara -ki çoğu muhtaç- kendi elinizle dağıtın, yapamıyorsanız bize ulaştırın!’

Bunları duyduktan sonra bizzat ben de yaşananlara şahit olmak istedim ve bir gün yardım dağıtan insanlarla gezdim ve yaşananları gördüm. İnanın her gidilen yerde üçer beşer tane çocuk, yaşlı kimseler ve kadınlar, birkaç da yetişkin erkek. Çocuklar olanlardan habersiz oynamakta, gelen misafirleri de gülerek karşılamaktalar. Her biri biraz mahcup, biraz üzgün, biraz da -bizi görünce-mütebessim olarak karşılıyorlar ve size devamlı Arapça olarak hallerini anlatmaya çalışıyorlar. Aramızda Arapçadan anlayanların dediğine göre hep de dua ediyorlarmış. Durumlar böyle...

Zor bir durum, hem de çok zor, sizi vatanınızdan ediyorlar, hem de arkanızda ölülerinizi bırakarak. Şanslıysanız ya yaralılarınız var ya da hâlâ orada zalimlere karşı savaşanınız. İşte bu olsa gerek bencillik, bananecilik. Ben kazanayım da diğerleri vız, ideolojisidir insanı şeytan yapan. Bizlerin üniversite, iş, eş hayalleri hâlâ taptaze dururken onların sadece geri dönebilmek hayalleri var, ötesi yok. Ben uzun yıllar süren savaşları, kana susayan canileri, vahşeti normalleştiren milletler cemiyetini ve sözde dünya liderlerini hep tarihte kaldı diye bilirdim, amma velakin genetiksel olarak geçmişçesine hâlâ kol geziyor pervasızlık. Onların suçu muydu orada yaşamak, yoksa bizim suçumuz muydu burada oturmak?

Neyse hülasa, “hepimiz insanız” naralarından geçtiğimiz şu günlerde, öledursun bakalım insanlar, bakarsınız Mars’tan gelen uzaylılar ‘Durun, yeter artık!’ diyebilirler.

Bekleşelim, görelim...

Uyarı: Şu son cümlelerim daha çok bu serzenişi üstüne alanlar içindir. Değerli gönüldaşlar, daha bilinçli yaşamaya ve etrafımızda olup bitenlere duyarsız kalmamaya gayret edelim. Bizden sadece ama sadece istenen şudur: “Elimizden geleni yapmak!” Sadece bu, fazlası değil. Bazen yukarıda bahsettiğim ‘gönüllü mahalleliler ve imamlar’ gibi sivil inisiyatifler almalı ve uyumaya yüz tutmuş toplumu harekete geçirmeliyiz. Kim istemez ki kendi eceliyle ölmek, hepimizin duasıdır en sade şekilde ölmek, ama bunu kendimize isterken başkaları için de dilemeliyiz. Şöyle bir psikoloji düşünün: Bayramda çocuklar tarafından atılan patlayıcılar ve torpiller, korkudan sizi yerinizden kaldırıyor ve titretiyor. Evet yanlış okumadınız, Suriye’de üniversite hocası olan bir hanımefendinin atılan torpil sonrası ‘Esed buraya da mı geldi?’ diye korkusunu haykırması orada bulunan yakınımı çok derinden etkilemişti ve duygulandırmıştı.

Bir atasözünde dediği gibi ‘Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz.’ Velhasıl, oturarak yazmayla-izleyerek okumayla olmuyor, bir an önce dertli gönülleri sarmamız, kardeşliğin hakkını vermemiz gerekiyor…


GENÇ'ın Yazısı.