İnsan şehirli bir hayata sahip olduktan sonra, kendi varlığının özünü kavramaya, kâinattaki akışın sebepleri üzerine tefekkür etmeye, düşünce ve bilim üretmeye başlar. Bunu da ya açık ve yalın bir dille (felsefe ve bilim) ya da çeşitli remiz ve sembollerle (sanat) anlatma yoluna gider.

Geçen yazımızda kimi insanın ilme, kiminin sanata, kiminin de zanaata uygun bir kişiliğinin olduğunu ifade etmiştik. Zanaat insan hayatında gündelik ihtiyaçların karşılanması için vazgeçilmez bir yere sahiptir. İlim ve sanat ise İbn Haldûn’un dediği gibi, ancak zaruri ihtiyaçların karşılandığı, şehirleşme ve ümranın tamamlandığı yerlerde gelişir.

İnsan şehirli bir hayata sahip olduktan sonra, kendi varlığının özünü kavramaya, kâinattaki akışın sebepleri üzerine tefekkür etmeye, düşünce ve bilim üretmeye başlar. Bunu da ya açık ve yalın bir dille (felsefe ve bilim) ya da çeşitli remiz ve sembollerle (sanat) anlatma yoluna gider. Nitekim Erol Güngör, ilim ve sanatın insan hakkında bilgi sahibi olmanın iki büyük yolu olduğunu ifade eder.

Tasavvufî literatürde Allah Teâlâ’nın gizli bir hazine iken, bilinmek istediği ve kâinatı yarattığı ifade edilir. O, kâinatı mükemmel bir surette yaratmakla, kudret ve sanatının eşsizliğini sergilemeyi murat etmiştir. Kudretinin eşsizliğini sergilediği kâinat içinde dünyayı, dünya içinde de insanı en mükemmel biçimde yaratmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın insanı bizzat iki eliyle yarattığı ve ona ruhundan üflediği anlatılır. İşte insan küçük bir kâinat, O’nun yarattığı en büyük sanat harikasıdır. Allah insana inşa eden, yapıp eyleyen eller; hakikati arayan, yaratılışın özünü duymaya ve sezmeye çalışan bir ruh bahşetmiştir. Dolayısıyla sanat, o istidada sahip olan ruhun biteviye hakikat arayışı ve varlığın özüne ulaşma arzusunun bir ifadesidir. Mevlâna’nın nazarında sanat, neyin kamışlığa hasreti, Şeyh Gâlib’in nazarında insanın zâtına hoşça bakışı, Necip Fazıl’ın gözünde çelik çomak oyununu bırakıp Allah’ı aramak, Sezai Karakoç’un gözünde Esir Kentten Özülkeye duyulan özlemdir.

Allah Rasûlü (s.a) şiirde hikmetlerin olduğunu; Medineli şair Hassan b. Sâbit’e, Cebrail’in kendisini desteklediğini söylerken sanatın vazgeçilmezliğine işaret etmiş olur. Nitekim O (s.a), adı affedilmeyecekler listesinde bulunan Ka’b b. Züheyr’i, huzurunda okuduğu kasideden sonra affetmekte gecikmemiş, hatta onun üzerine hırkasını atmıştır.

Müslümanlar İslam öncesi Arap şiirini bile korumuşlar, bunlara Kur’an’ın üslup özellikleri ve icazının anlaşılması için ciddi anlamda değer vermişlerdir. Şiir sanatı Müslümanlar arasında hep canlılığını korumuş, şiir hakikati ve hikmeti arayışın, insan ruhundaki hercümercin bir tercümanı ola gelmiştir. İbn Arabî’nin, Yunus Emre’nin, Fuzûlî’nin, Şeyh Gâlib’in şiirleri ruhlardaki bu arayış ve yangının benzersiz örneklerini oluşturur.

Mevlâna’nın nazarında sanat, neyin kamışlığa hasreti, Şeyh Gâlib’in nazarında insanın zâtına hoşça bakışı, Necip Fazıl’ın gözünde çelik çomak oyununu bırakıp Allah’ı aramak, Sezai Karakoç’un gözünde Esir Kentten Özülkeye duyulan özlemdir.

İslam sanatının merkezinde Kur’an vardır. Kur’an’ın yazıya geçirilmesinin neticesi olarak hat sanatı gelişip serpilmiştir. İki kapak arasında toplanan Mushaf’ın ciltlenmesi cilt sanatının, Mushafların çeşitli biçimlerde süslenmesi tezhip sanatının doğmasını beraberinde getirmiştir.

Camiler İslam sanatının gelişip serpilmesinde bir başka etkeni oluşturmuştur. En başta mimari gelişmiş; cehaletin karanlık dönemlerinde put yapan eller, yaratıcının huzurunda secdeye kapanmak için mütevazı ve fakat vakur mabetler inşa etmeye koyulmuştur. Müslümanlar, sanatlarıyla taşlara, tahtalara hayat vermişler; onlara tevhid inancının ruhunu üflemişlerdir. Ahşaptan, taştan, mermerden mihraplara, minberlere, kürsülere nakış nakış tevhidi işlemişlerdir. Çil çil kubbelere, taç portallere Kur’an’dan sure ve ayetleri nakşederek yazı sanatının, taş işçiliğinin en eşsiz örneklerini sergilemişlerdir. Şehadet parmağı gibi göğe doğru uzanan minarelerle, mimari sanatının zarafetini; camilerde icra edilen Kur’an tilaveti, tekbir, salâvat ve mevlitlerle, minarelerden “Allahu ekber” sedalarıyla musiki sanatının en eşsiz numunelerini ortaya koymuşlardır. Buhûrîzade Mustafa Itrî’nin segâh tekbiri, Kayışzade Osman’ın Kur’an hattı, Karahisârî’nin Süleymaniye camiine nakşettiği yazıları bunların ilk akla gelenleridir.

Hıristiyanlıkta gerek mimari, gerek resim, gerekse musiki sanatı özellikle Roma’nın Hıristiyan olmasından sonra önem kazanmıştır. Kiliseler, ikonalar, ilâhiler bu sanatları beslemiştir. Rönesans bu köklerden sürgün vermiş, Hıristiyan Batı’da yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu süreçte klasik sanatlara tiyatro, roman gibi yeni sanatlar ve edebi türler; teknolojinin gelişmesiyle de sinema, fotoğrafçılık gibi sanatlar eklenmiştir.

Ne var ki Hıristiyanlık, bütün bu türlerde bir biçimde etkinliğini ve izlerini sürdürmüştür. Yine Güngör’ün deyişiyle Batı romanında Hıristiyanlığın insan ve dünya görüşü, her zaman hâkim bir yer tutmuştur. Mesela Tolstoy ve Dostoyevski’nin romanları, Hıristiyan romanıdır ve bu romancılar hayat-ölüm, ruh-beden, kader-hürriyet gibi bütün kavramları Hıristiyanlık perspektifinden yorumlamışlardır. Diyeceğimiz o ki, Aydınlanma döneminde de Batılı aydın ve sanatçılar, ateist bile olsalar Hıristiyanlığa ait kültür öğeleri ve kodlarını, sanatlarını zenginleştirmek ve derinleştirmek için kullanmışlardır.

İslam dünyasının sanatçıları ise, Batı ile karşılaşma sürecinde kendi değerlerini önemli ölçüde ötekileştirip kendilerini kimliksizleştirdiler. Kendi özünden ve değerlerinden beslenmediği için de sanat ve edebiyat kötürümleşti. Hüsnü hat, tezhip, dinî musiki gibi klasik sanatlar, bir biçimde çıkardığı ustalarla varlığını devam ettiriyor. Dinî mimari en azından Osmanlı mimarisinin soluk bir sureti de olsa sürdürülüyor. Ancak bugün için toplum üzerinde en büyük etkiye sahip olan roman, hikâye, sinema ve müzik gibi alanlar hâlâ bir yetkinliğe kavuşabilmiş değil. Ortaya konan ürünler, -çok az istisnaları hariç- hâlâ değerlerimizden yalıtılmış, bizim kültür dairemizi temsil etmeyen ürünler.

Dinî alanda yapılan çalışmalar ise sadece bir kesime hitap eden, sanat değeri açısından yetersiz ürünler. Bu bakımdan kendi kültür dairemize ait, kendi tarih ve değerlerimize bağlı sanatçıların yetişmesi ve yetiştirilmesi, belki de en önemlisi bu alanlarda yatırımlar yapmak kaçınılmazdır.

Unutmamalıyız ki sanat, yitik cennete ulaşmanın ikinci yoludur…


Mesut Kaya'ın Yazısı.