Yusuf Deren

Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Nurullah Ataç, Behçet Kemal... Hepsi öldü gitti. Keşke onları, “Değer miydi üç kuruşluk dünya menfaati için?” demek yerine fatihalarla yâd edebilseydik...

Her sistem kendi dalkavuklarını yaratıyor. Bu bizzat sistemin kendisinden değil, her devirde ulufe kapmaya çalışan kraldan çok kralcılardan kaynaklanıyor. Bu geçmişte de böyleydi bugün de böyle...

Bu ülkede yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda yazılan yazıların çoğunluğu ‘siyaseten’ yazılmış yazılardır. Bu adamların çoğu ya bir mebusluk ya da bir hariciye görevi beklediklerinden vur deyince öldürmüşler, aşağıdakine benzer şeyler yazabilmişlerdir:

“Ne örümcek ne yosun

Ne mucize ne füsun

Kabe Arabın olsun

Bize Çankaya yeter”

Gerçi bu türden şeyler yazanların çoğu sonradan pişman olmuş ve “yanlış yapmışız” demiştir. Mesela, gaza gelip “Ol Zübeyde Mustafa’nın aanesi” gibi abukluklar yapan ve sözüm ona mevlid yazan Behçet Kemal Çağlar, 1950’li yıllarda, geçtiğimiz günlerde vefat eden Bandırmalı Ali Efendi’yi (Ali Öztaylan) bir ziyaretinde, o saçmalıklardan dolayı pişman olduğunu bizzat söylemiştir. Yine Yeşil Gece’nin yazarı Reşat Nuri de nedamet getirenlerden biridir. Ancak buna ömrü vefa etmeyenler de vardır:

“Bugün ilkokullarda din derslerine başlanıyor. Beş gün evvel birkaç yerde imam hatip kursları açıldı. Yine son günlerde birkaç meczup Arapça ezan okudu. Birkaç okur-yazar dine dönmenin gerekli bir iş olduğunu söylediler. Birkaç yerde cami yaptırıldı. Bütün bu olaylara bakıp geriye, irticaya doğru gittiğimizi sanmayın. Gerçi bu olayların bütünü yurt içinde bir irtica hareketi olduğunu gösterir. Kara kuvvet daha henüz ölmemiştir. Ama fazla telaşlanmaya lüzum yok. Bu kuvvet, kara kuvvet, artık gençlik arasında iş görmeyecektir. Bu gönül ferahlığına küçük bir haberden geliyoruz. Nüfus sayısı bir milyon olan İstanbul’da bir imam hatip kursu açıldı. Gazetelerde okuduk, bu kurstaki öğrenci sayısı on yedi imiş. Bu on yedi kişinini altısı sakallı imiş. Üçünün ise sakalı bembeyaz. Milyonda on yedi! Binde yarım bile etmez. Liselerimizi, fakültelerimizi dolduran binlerce, on binlerce gence karşılık on yedi ihtiyar. İmam hatip kursunun bir ayağı çukurda demektir. Bu haber sevinilmeyecek bir haber değil. Demek ki gençlik küflüye, batıla, hurafeye, martavala kulak asmıyor. Dünyanın iyi bir yola, ancak bilimle, gerçekle, işle gidilebileceğini anlamış. Yaşasın gençlik!” (Orhan Veli, Yaprak, 15 Şubat 1949)

Orhan Veli bu satırları yazmasından yaklaşık bir yıl sonra bir çukurda hayata nokta koydu. Keşke onu hayatla, dünyayla ve tüm ‘ciddi’ şeylerle dalga geçen şiirleriyle bilseydik, hatırlasaydık sadece.

Yine Falih Rıfkı’nın şu satırları o devrin muharririnin zihin yapısını göstermesi bakımından manidardır:

“Medine kasabası birkaç boz renkli hurma gövdesinden belli olur. Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselamsız, titremeksizin ve korkmaksızın ismini ağzımıza alamadığımız Peygamberin şehrindeyiz. Eski müphem ahret hayaletlerinin içimde kımıldadığını hissetmeli idim.

Bu his, Medine’de büsbütün biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medineli uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.” (Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay) Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Nurullah Ataç, Behçet Kemal... Hepsi öldü gitti. Keşke onları, “Değer miydi üç kuruşluk dünya menfaati için?” demek yerine fatihalarla yâd edebilseydik...


GENÇ'ın Yazısı.