Uzaktan kilisede çalışan Makedonyalı işçilerden biri Türkçe sesleniyor: “Hey bahçeye girsene orada seninkilerden var!” Şaşırıyorum; benimkiler kim ki? 

Balkanların Kudüs’ü, bizim askeri, siyasi sembolümüz. Abdülhamit’in korkusu, İttihat Terakki’nin çıkış noktası. Bir tüfek çekmeden teslim olan korkak Selanik*. Bir sultanı koynunda esir tutarken, diğer bir liderin doğuşuna şahit olan Selanik. Bu şehre karmaşık duygular içinde girdim. Onu sevdim ama ayağımı da sakatlayıp çıktım.

Selanik’in simgesi olan beyaz kalede Osmanlı sancağı yerine Yunan bayrağı kurulmuş salınıyor. Kale bizim Taksim Meydanı’nın görevini üstlenmiş. Tüm gösteriler, protestolar, kutlamalar bu meydanda. Büyük meydan Aristoteles, Zafer Takı, Kemer Altı, Rotanda Cami (eski pagan mabedi), Ayasofya, Bey Hamamı, Hamzabey Cami, Atatürk’ün Evi, II.Abdülhamit’in sürgündeki perişanlığına şahit Alaiti Köşkü gezilecek yerler arasında. Kaleye çıkmayı da unutmayın; tabii rahat bir spor ayakkabı ile.

Sahildeyken kendimi İzmir’de zannettim. Lokantadaki yiyeceklerden tutun, sahilde sıralanmış taverna ve kahvelere kadar her şey sanki İzmir. Balıkların isimlerinde haliyle hiç yabancılık çekmedik. Fenerbalığı feneri, kalamarsa kalamari sadece. Menü tamamen bizim mutfağımızla paralel, zeytinyağlı dolmalar, kızartmalar…

Duymuşuz ya bir Selanik gevreği; aradık, taradık, bulduk. Ama her şeyin en iyisi, en lezzetlisi payitaht olan İstanbul’dadır -yeter ki yeri bilinsin- hükmümüz doğrulandı bir kez daha o kadar.

***

Bugün yolculuk Ohri’ye ama öyle kolayına kaçmak yok. Yol üzerindeki Osmanlı izlerini araya taraya bulacağız. Ne kadar silmeye çalışırlarsa çalışsınlar biz gölgesini bile takip etmeye kararlıyız. Yenice-i Vardar’da İslam mücahidi Gazi Evranos Bey’in yenilenmiş türbesini, hamam ve mescit kalıntılarını ziyaret edip Edessa-Vodina’daki büyük ulu çınarı görmeye gittik. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı var.” diyerek Makedonya’ya geçmeden son Grek kahvemizi çınar yapraklarının fısıltılarını, akan suyun şarkısını dinleyerek yudumladık.

Makedonya’ya Florina kapısından giriş yaptık. Osmanlı’nın siyasi merkezi olan Manastır’dayız.** Sultan Reşat’ın ziyaret ettiği ve İsakiye Camii’nde cuma namazı kıldığı Manastır. Bugün Makedonya’nın ikinci büyük şehri. Saat kulesini, bedesteni, yeni cami ve Mustafa Kemal’in askeri eğitimini yaptığı (lise) binasını gezip. Resne’de Resneli Niyazi’nin konağını görüp Struga’ya uzandık. Karadirin nehrinin doğduğu yer. Ohri Gölü nehre burada karışıp taaa Adriyatiğe kadar uzanıyor. Dünyanın en uzun yolculuklarını yapan balıklardan biri de Ohri gölünde yaşar ve bu yolu izleyerek Güney Amerika sahillerine kadar ulaşırmış. Yavrularını yumurtlayan balık (bana göre yorgunluktan) ölürmüş. Şaşırtıcı olan yavrunun aynı yolu geri yüzerek Ohri’ye ulaşmasıdır. Biz de ecdadın yavruları misali sonunda Ohri Gölüne kavuştuk.

Likit mücevheri andıran Ohri gölü beş milyon yıllık anılarıyla doğal güzelliğinden emin bir şekilde misafirlerini karşılıyor. Şehir de pek çok Osmanlı izine rastladık. Evliya Çelebi Ohri’de 32 camiden bahsetse de günümüzde 9 cami ve bir tekke bulunmakta. Şehir turuna 1000 yıllık tarihi çınardan başlayıp, göl kenarına oradan da eski şehrin ara sokaklarından, Ayasofya’ya yürüdük. Dizaynındaki çeşitlilik ve mükemmellik detaylarla birleşerek burasını yüzyıllarca Ohri’nin göz bebeği yapmış. Ama güzelliği kaderini değiştirememiş. Fetih camii olarak kullanıldığı dönemki mihrap tüm ısrarlara rağmen kiliseye çevrildikten sonra bile Türklere iade edilmemiş. Bir zaman Ohri müzik festivallerinin vazgeçilmez mekanı olmuş. Son yenileme çalışmalarında orijinaline sadık kalınmadığı için akustiği bozulmuş. Bu muhteşem bina kendisini ziyarete gelenler hariç yapayalnız bugün.

Gölün kendine has hafif pembe renkli “paik” balığından ziyafet çekmeden Ohri’ye veda edilmez. Bu seyahat okunduğu kadar kolay değil bu arada. Ne zaman yattım, ne zaman kalktım bilmiyorum ama sabah namazında arzu edenler ile Halveti Tekkesi’ndeyiz.

Özü bozulmayan, kahve ocağı sönmeden, gavur elinde bile ezanı hiç susturulamayan bir tekke… Namaz öncesi ilahi ziyafeti namaz sonrası zikirle devam edip kahve ve lokumla tamamlanıyor. Gönüller hafiflemiş, gün ağarmış, herkes yatağına koşarken, biz sokaklara; uyuyan şehri uyandırmamak için sessiz adımlarla kaleye çıkmaya çalışıyoruz. Bu arada şehrin en ücra köşelerini keşfederek… Antik tiyatro ve göl manzaralı bir kilise bulduk. Bizim Arnavut kaldırımı olarak bildiğimiz Roma kaldırımı yollardan yürümekten yorulduğum için kilisenin bahçesine girmek istemiyorum. Uzaktan kilisede çalışan Makedonyalı işçilerden biri Türkçe sesleniyor: “Hey bahçeye girsene orada seninkilerden var!” Şaşırıyorum; benimkiler kim ki? Sonunda amcamın anlattıklarından kilise bahçesinde terkedilmiş bir Osmanlı türbesinin olduğunu öğreniyorum. Beyaz sıvalı, yeşil demir parmaklıklı, çitlembik ağacının gölgesindeki Sinan Çelebi‘nin kabri burası. Bizi çağırmış demek ki.

Seyahatler de bazen siz atanızı bulursunuz. Bazen de o sizi…


* Thessaloniki *

* Bitola


Hande Berra'ın Yazısı.