Kur’ân, sadece söze meftun cahiliye toplumuna değil, kıyamete kadar bütün insanlığa mucize olarak gelmiştir. Kur’ân’ın kıyamete kadar muhafaza edilecek bir mucize olması, söz, fikir ve düşünce üretiminin kıyamete kadar insanlığın hidayetine ya da dalaletine sebep olacak en tesirli mecra olacağını gösterir.

Hz. Musa zamanında sihir revaçtaydı. İnsanların gözlerini, gönüllerini büyüleyen, kazanç ve itibar getiren hüner, sihirdi. İnsanları Hak dine çağıran Hz. Musa, bütün sihirbazları ve tekniklerini yaya bırakacak bir mucize ile geldi. Asası, sihirbazların bütün becerilerini yuttu; sihir hünerini aciz bırakan ve fakat sihirle açıklanamayacak bu mucize sihirle teshir olmuş ahalinin zihinlerini darmadağın etti.

Hz. İsa zamanında ise tıp ilmi çok gelişmişti. Doktorluk, insanların değer hükümlerine göre en üst düzeydeki meslek idi. Hz. İsa, tıp ilmini aciz bırakacak bir usul ile geldi; tıbbın iyi edemediği hastaları iyi etti, hatta ölüleri diriltti. Tıbbı aciz bırakan bu mucize tıbbın gerçekleştirdikleri ile büyülenmiş ahaliyi şaşkına çevirdi.

Peygamber Efendimiz zamanında ise en geçerli hüner söze hâkimiyetti. Cahiliye Mekke’sinde şiir, söz söyleme, fikir ve nükte üretme kabiliyeti itibarın göstergesiydi. Şairlerin söyledikleri dilden dile dolaşır, bugünkü anlamıyla kamuoyunu ve gündemi belirleyen şiir olurdu. Böyle bir topluma ümmi yani okuma-yazma bilmeyen bir peygamber Kur’ân mucizesi ile geldi. Kur’ân öyle bir belagat ve söyleyişe sahipti ki, söz söylemenin bütün inceliklerini bilen, ifade ve hitabetin sınırlarında dolaşan dönem insanı onu ancak “bu insan sözü olamaz” hayreti ile karşılayabilmişti. Tıpkı sihir tekniğinin sınırlarında dolaşan sihirbazların Hz. Musa’nın yaptıklarının kendi yaptıklarının ötesinde bir şey olduğunu anlamaları gibi… Ya da tababet ilminin sınırlarında dolaşan tıpçıların, Hz. İsa’nın yaptığının kendi yaptıkları ile izah edilemeyecek mahiyette olduğunu fark etmeleri gibi…

Kur’ân, sadece söze meftun cahiliye toplumuna değil, kıyamete kadar bütün insanlığa mucize olarak gelmiştir. Kur’ân’ın kıyamete kadar muhafaza edilecek bir mucize olması, söz, fikir ve düşünce üretiminin kıyamete kadar insanlığın hidayetine ya da dalaletine sebep olacak en tesirli mecra olacağını gösterir. Ne teknolojik harikalar, ne tıp, ne sihir, ne de başka bir şey… Ancak sözdür ki insanları yola getirecek, yola götürecek ya da yoldan çıkaracaktır.

İslam, sözle girilen, sözle durulan ve sözle çıkılan bir dairedir. Kurtuluşumuz ya da felaketimiz sözü ne kadar duyduğumuz, söze ne kadar uyduğumuz ve sözümüzü ne kadar tuttuğumuza bağlıdır. İnancımız söz temellidir ve sadece bu keyfiyet bile sözün insanlığın mutluluk ya da bedbahtlığının kıyamete kadar ölçüsü olacağının en açık delilidir. Kur’ân geldiği andan kıyamete kadar yegâne mucize olarak devam edecekse –ki bu ilahi teyitle sabittir- Kur’ân’ın mağlup ederek geldiği ve sürekli meydana okuduğu söz sahası Hak ile batıl arasındaki savaşın esas sahası olacaktır. Bu saha, Hz. Musa’nın zamanındaki sihir, Hz. İsa’nın zamanındaki tıp ilmi gibidir. Kur’ân mucizesi, her türlü sözü aciz bırakan bir sözle ve fakat söz sınırlarının üstünde bir icazla gelmiştir ki mucize işte tam da buradadır.

Mucize; bilgi çağı diyerek övünülen, medyanın binbir formu ile istemediğimiz kadar ses, söz, işaret ve görüntünün üzerimize boca olduğu bir çağda, hiçbir sözün, bilginin ve ifadenin muktedir olamayacağı bir meydan okumaya, istiğnaya ve hâle sahip olmadadır. Üç vasıftan bahsediyoruz: Tahaddî, tecellî ve tahallî, yani meydan okuma, herkesin niyetine göre tecelli etme ve hal sahibi yapma… Kur’ân’ın, diğer bütün sözleri karşısında aciz bırakan ve bugüne kadar gelecek bütün sözleri de aciz bırakacak üç vasfıdır bu:

1. Kur’ân bütün söz sahiplerine meydan okur. Kendisi gibi bir söz üretilmesinin imkânı olmadığını açık, net ve kesin bir dille ifade eder: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23-24) Hiçbir söz ya da söz sahibi böyle bir meydan okumayı göze alamaz. İşte bu vasıf, sözün önde olduğu her çağı Kur’ân karşısında diz çöktürecek ilk vasıftır.

2. Kur’ân kendisine yönelenin niyetine göre tecelli eden bir kitaptır. İnananın imanını, inkârcının ise küfrünü artırır: “Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. O, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (İsrâ, 82) Hiçbir söz niyet okuması yapamaz. Ancak Kur’ân’dır ki kendisine muhatap olanın niyetine göre tecelli eder.

3. Kur’ân okunduğunda ortalığı bir sekinet kaplar. Odaları dolduran, kubbelerde çın çın öten o ses ruhlara huzur verir, gönülleri yatıştırır ve bilemediğimiz mahiyetiyle bizi alıp ötelere iliştirir. O an sanki zaman durur. Zaman zaten durmalıdır da… Çünkü onu dinlemekten daha mühim bir iş yoktur. Zamanın durduğu o anda Kur’ân bizi başka hiçbir bilgi kaynağının muktedir olamadığı/olamayacağı ve yapamadığı/yapamayacağı bir hâl ile hâllendirir. Kur’ân o an şifası ve rahmet ile tesir eder. Bu, insanlık nasibine göre kimsenin kendini alıkoyamayacağı öyle muhteşem bir tesirdir ki ses, söz ve bilgiden murat edilenin sınırlarının dışına taşar. Hiçbir ses o an verileni verecek tınıda değildir. Hiçbir söz o an söyleneni anlamlandıracak kapasitede değildir. Hiçbir bilgi o an verilenin hikmetine muttali olacak durumda değildir. Ortada dolaşan, kulaklara dolan, yüreklere akan ve aktığı yeri değiştiren o lahuti ifadeler ilk bakışta sesin, sözün ve bilginin sınırları içerisinde dolaşıyor gibi gözüken ve fakat onları aşmış ifadelerdir. Bunu söz ustaları anlar. Tıpkı sihir tekniğinin sınırlarında dolaşan sihirbazların Hz. Musa’nın yaptıklarının kendi yaptıklarının ötesinde bir şey olduğunu anlamaları ya da tababet ilminin sınırlarında dolaşan tıpçıların, Hz. İsa’nın yaptığının kendi yaptıkları ile izah edilemeyecek mahiyette olduğunu fark etmeleri gibi… Kur’ân’ın mucizesi işte budur; o bir sözdür, sözün sınırları içinde ifade edilmiş gözükür ve fakat onunla izah edilemeyecek bir ihtişam ve azamete sahiptir. Öyle ki sözün sihrine meftun insana “bu, insan sözü olamaz” dedirtir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem söze âşık bir topluma işte bu söz mucizesi ile geldi. Ve bataklığın dibine kadar batmış bu insanları alıp yıldızların seviyesine bu söz mucizesi ile taşıdı. Mucize, sözün sınırlarında dolaşan insanlara söz olarak geldi ve onları sözün sınırlarını aşacak bir yüceliğe eriştirdi. Hep denir ki Rasûlullah Efendimiz sahabesini sohbetle eğitmiştir. Doğrudur; sohbet temel bir eğitim usulüdür, ama esas eğitim Kur’ân ile olmuştur. Evvel emirde, bizzat Peygamber Efendimiz o sözün sadrına inmesi ile eğitilmiştir. Sonra o kitabı kendisi ile beraber olanlara her fırsatta çağıl çağıl okumuş, her yöneldiğine o sözle yönelmiştir. İlk duyanı alıp götüren, nasibi varsa imana erdiren, nasibi yoksa çıldıracak raddeye getiren o okuyuş Kur’ân mucizesinin bir mektep olarak en dikkat çekici yanıdır. Temas ettiği derileri yumuşatan, kalpleri ürperten o tilavet sahabeyi almış, ilmek ilmek dokumuştur. Bu eğitime dair bir fikir edinmek isteyen kutsal mekânlardaki Kur’ân tilavetinin üzerinde meydana getirdiği tesire dikkat kesilmelidir, çünkü orada sahabeyi sahabe yapan iklimin bir numunesi vardır.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.