Yunus Emre Gürcan

Her vakit geçen trenler ve yolda seyreden otobüsler, insanları içine hapsetmiş otomobiller ve sallanan eller. Her gün, her dem, her şehrin bir yolcusu, her evin bir de buruk gönlü vardır. Görmediğimiz, görüp bilmediğimiz, bilmeyip de anlamadığımız pek çok dert, umut, gözyaşı, bir babanın sessiz başı… Yakmadan kendini anlatmayan, düştüğü gönlü harlayan bir söz bir ateş; yola çıkanlara doğan bir güneş. Pek çoğunda hüzün ve keder ama azimle umut beraberdir, ancak evden ayrılmayan, gurbet ateşini yakmayan bundan bihaber.

Bir gün bir hafta döneceğimi bilerek memlekete, gezdim dolaştım ülkeyi çok kere. Üç gün aç kalmışım ne koyar zira annem bunun telafisini de sofraya koyar. Gidip gidip gelmeler gurbet değilmiş, gerçek gurbet yaban ellermiş. Her gün her dem kalkan trenler ve trene binmiş âdemler ancak şimdi evden ayrılana bir şey ifade eder. Bu keskin lakin pek kıymetli inkişaf, erken bulmuştu beni biraz. Ertesi gün doğumunun ayrılık getireceğini bilerek uzanmak yatağa, trene binmiş yolculara uzanmış ellere bir dokunuş, bir merhaba. Düşen ateşe tutuşmuş gönül, dayanamayıp yazmış kâğıda:

“Merhaba Yeni Dünya,

Bu İstanbul’a üniversite için gitmeden önce Kütahya’daki son gecem. Doğup büyüdüğüm mahalleden, yüzyılların bekçisi ve merkezi, dünyanın ve İslam âleminin başkenti İstanbul’a gidiyorum.

Endişelerim, biraz korkum, şartlanmışlarım, iyi bildiğim kendimi bilmezliğim lakin umutlarım, beklenmiş sevinçlerim, hayallerim, kararsız azmim ve bilgiye aç gönlüm, dört köşe beş metre odamı adım adım arşınlarken kurtardığım dünyalarım ve elbette inancım…

Şimdi gidiyorum… Beni sarmalayan, kısıtlayan ve zorlayan bir kabuktan taşmış; bu taşkınlığı başarıya, zekâya, karaktere ve ezcümle kendime yormuş biriyken şimdi tarihleri saymış ve aşmış, nice ve ne derece insan tasavvurunu, umutları, gayret ve zaferi, iyiyi, güzeli ve bilmem ne çirkini kendi toprakları üzerinde ki toz zerrelerine, asırlar boyu tarih zeminine, taşa, suya ve çıkmaz sokaklara, arka, kıyı, köşe ve kenar mahallerine, şairine, sultanına ve şiirine harmanlamış bir büyük deryaya gidiyorum.”

Zora düşmüş bir boğaza takılan kelimelerin anlattığı, baskıyla küçülerek kendi yoğunluğunu bulmuş bir ruhun itirafları. Hayatımız ve yaşamımız sürekli tekrar eden bu deneyimlerden ibaret aslen. Yaşayışlar, kanıksamalar ve rahata alışmalar; ardından tercihler, vazgeçişler, ayrılışlar ve kavuşamamalar. Bir kere memleketini terk eden insanlar, hiç memlekete sahip olamamış arkadaşlar. Hayatın sillesini yemiş sade vatandaşlar, koltuğuna tutunmuş insanlar. Terk edilmiş liseli âşıklar, aşkı anlamamış maşuklar. Lar, lar, lar… Daha pek çoklar ama aynı kapının farklı anahtarlarıdırlar. Bilinene, bildiğine, umuda, güzelliğe açılan kanatlı kapıları zorlayan azimli insancıklar. Daralmış ruh, ağır gelmiş beden ve yazmış kalem:

“Pusulam, rotam ve beni taşımayı kabul etmiş bir bedenim var. Ancak kabuktan taşamamış bir cesaretim de var. Doğruyu, güzeli bilip üzerine gitmeyen tembel bir ruhum, yorgun bir zihnim var. Yaşamadan kazanmış ve buna yenilmiş, yaşamadan yaşlanmış bir hayatım var. Ancak İstanbul benimle daha güzel olacak. Onunla birlikte yükselecek, dalgalanıp durulacak, hayat sahnesinde eşi benzeri tarifsiz güzellikler yaşayacağız. Ben onu içime çekecek, sahiplenip güzelleştireceğim o da beni tutup silkecek, savurup kaybedecek ve nihayet beni bana verecek. Bu İstanbul beni ya adam, ya şair ve yazar ya da illa ki insan edecek…"

Her vakit geçen trenler ve yolda yürüyen otobüsler, insanları içine hapsetmiş otomobiller ve sallanan eller. Kimine veda kimine merhaba, lakin hayat bundan ibaret aslında. Terk edişler ve kavuşmalar, iki dünya arasında bir kapıyı zorlamalar. Üzülür insan kaybolur zamanda, ancak çıkışı bulmalı da. Zira o hep orada. Bazen sallanan bir elde, bazen bir müsvedde, bazen dünya iştigalinde bazen de Peygamberin dilinde. Aynı yerden gelen ve aynı yere giden âdemlerde ama hep Allah’ın kelamı içinde. Unutulmamalıdır ki en yalnız karanlıklarda bile tutunabileceğin bir Yaradan var her yerde… 


GENÇ'ın Yazısı.