“Murad sensin” diyor Mevlânâ ve ekliyor: “Ama dikkat et, sakın ‘sen, ben’ deme, hep ‘sen’ de. Senlik-benlik şaşkınlıktır. Göz düzgün görürse sen O olursun, O sen…”

Biz şimdiye kadar bir şeyler söylemeye muvaffak olduysak bu hiç senlik-benlik olmadı. Biz hep “murad” dedik. Hakkımızda bir murad var. Onu bulmak bir iştir; kendini teşrih masasına yatırıp inceden okumak ister. Sonra bulduğunu korumak da ayrı bir iştir; bir ömür düşürüldüğümüz yolda düşmeden yürümek ister. Hâsılı bizim derdimiz hakkımızdaki murad oldu hep. Onu bulmayı hayatımızın gayesi olarak gördük. Bulana gıpta ettik, bulup da koruyana ise hayran olduk. İç içe geçmiş aynalar koridorunda kâh kendimizi, kâh önümüzdeki, kâh bilemediğimiz bir sureti seyrederken, şunu hiç unutmadık ki aslında kendisi ile seyr ettiğimiz hakikatimizdir. Hakikatimiz, hepimizi sarıp sarmalayan küllî hakikat ummanından bir katredir. Bu katre ummandan ayrı düşmüştür. Ayrılık geçicidir, amenna; ama geçen geçip gittikten sonra da katre ummana eremeyebilir. Böyle bir hüsran ihtimali mevcuttur. Bu hüsrana düşmemenin ilk şartı katrenin ummana ait olduğunu bilmesidir. Bu çok da zor değildir, çünkü katrenin her zerresi ummandan haber vermektedir zaten. Görene her zerre ummanı seyrettirmektedir. Ama bu seyr ile katrenin kendi içine kapanıp, bununla mutmain olması ihtimali vardır ki işte bu tehdittir. O yüzden katrenin yerine getirmesi gereken ikinci bir şart daha vardır. Katre kendinde gördüğü aksi hakikat olarak görüp de içine dönmeyi seçerse kendi çeperinde büzüşür kalır. Ona düşen kendisinin nereye ait olduğunu fark ederek ummana karışmaya gayret etmektir. Bunun yolu ise hizmetten geçer. Hizmet ise “ben” diyerek girilmiş bir yolda bir müddet sonra “sen” demeyi başarmakla kaimdir. Evet, yol “ben” demekle açılır; bunu demek, kendindeki hakikati fark etmektir çünkü. Ama hizmet yolunda “ben, ben” diye yürünmez. Hizmet yolu, ancak “sen, sen” diyenlerin yürüyebildiği bir yoldur. Kısacası ben demeyene yol, sen demeyene yolculuk yoktur. Yol da yolculuk da gereklidir. Ne onsuz olur, ne bunsuz… Tıpkı ne “ben”siz ne “sen” siz olunmayacağı gibi…

***

Öğrenci evleri tartışmasına kayıtsız kalamadık, çünkü evlerin dirilişin de çürümenin de kaynağı olabileceğine inanıyoruz. Evler fideliktir. Oradan gül de yetişir, zakkum da… Evlerin nasıl tanzim edildiği, önceliklerinin ne olduğu şüphesiz sakinlerinin hayat tarzlarına bağlıdır. Türlü türlü hayat tarzları ile şekillenen öğrenci evlerinin geçici iklimi kalıcı güzellikler de bırakabilir, telafisi zor yıkımlara da yol açabilir. Kalbi, gönlü ve zihni bir istikamette toparlayabilmiş ve hayattan muradın ne olduğunu anlamış olanlar evlerini karıştırmazlar. Kalbi, gönlü, zihni dağınık olanın ise evi de karmaşıktır. Biz karmaşık evlerin, sadece kızlı-erkekli ev sakinlerine değil, onların ötesinde bütün topluma zarar verdiğini düşünüyoruz. Evini karıştıran öğrenciler aslında toplumun geleceğini dinamitliyorlar.

***

Abone kampanyamız devam ediyor. Hediye kitabımız “365 Sahabe Ölçüsü” abonelerimizin eline ulaşmaya başladı. Umarız istifadeli olur. Bu arada gelişlerimiz gidişlerimiz de devam ediyor. Geçtiğimiz ay Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde güzel bir GENÇ Şöleni oldu. Bu ay Konya, Ankara ve Kayseri’de programlarımız olacak. Hem dergimizi, hem derdimizi anlatmaya devam edeceğiz. Derdimiz ne çok satmak, ne de derdimizle caka satmak… Derdimiz, hep söylüyoruz ya, kendi hakkımızdaki muradı korumak. Bunu bize böyle hissettiren, ne söylediğimizi de biliyor, neyi niye yaptığımızı da… O’na kurban olalım biz.

Bir sonraki sayımızda buluşmak ümidiyle Allah’a emanet olunuz.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.