Benim Öğrenci Evlerim!
Gençlerin ve öğrencilerin sevilen ‘‘abisi’’ Asım Gültekin, kaldığı öğrenci evlerinden geriye kalan hatıraları paylaşıyor.
Maltepe
Burası benim ilk evim. Ne kadar benimse. Benden başka Abdurrahim, Yemliha, Nasıf ve Recep kalıyor bu evde. 9 yıl yurtlarda yaşadıktan sonra artık bir evim var. Bizden önce yaşlı bir adam yaşıyormuş, banyo yaparken gaz sızıntısından ölmüş. Ürkerek banyo yapıyoruz. Üniversite 2. sınıf talebesiyim. Apartmanın havası, girişi ilk günler garip geliyor bana. Eve ulaşmam için önce bir yokuş çıkmam gerekiyor. Neredeyse tarihi filmlerdeki kalelerin açılıp kapanabilen köprülerini andıran bir köprümüz var. Apartmanın giriş kapısını bir hayli uğraşarak açtıktan sonra oturduğumuz daireye girebilmek için bir kat aşağıya inmemiz gerekiyor ama zemin katta oturmuyoruz; evimiz ikinci katta.
Katlanabilecek miyim acaba diyorum kendime. Arkadaşları geçen yıl kaldığım yurttan tanıyorum. İyi çocuklar ama bana göre değiller. Okuduklarımız, gündelik ilgilerimiz birbirini tutmuyor. Ben pek gündelik siyasetle ilgilenmiyorum, arkadaşların ikisi aşırı siyasi. Futbolla hiç ilgilenmiyorum, en başta gelen ortak muhabbet mevzuu futbol. Nasıf şiir yazıyor, ama hece şiirinden başka şiir tanımam diyor. Bu da bana göre değil.. Ama yine de en iyi Nasıf’la anlaşabiliyorum.
Yemek yapmayı bilmiyorum. Yemek yapmak işkencesinden fazladan bulaşık yıkamak şartıyla kurtuldum.
Buradan okula gidiş bir işkence. Pendik- Kadıköy otobüsleri tıklım tıklım. Evin telefonu yok, telefon için kulübeye gitmek, sıra beklemek çok sıkıcı. Sezai Karakoç’u sevmeme tahammül edilememesi çok sıkıcı.
Bu eve fazla dayanamayacağım. Bir Hızır gelse alsa beni buradan...
İçerenköy
Zeki (Bulduk) harıl harıl kitap okuyan bir arkadaş. Yüzünde acı okunan bir arkadaş. Tam da Maltepe’deki evden kurtulmak istediğim bir dönemde kendisiyle beraber kalmamı teklif etti. ‘Başım gözüm üstüne’ dedim. Öğrenciliğin ilk yıllarında taşınmak kolay oluyor. Bir iki kere otobüsle azıcık olan kitaplarını, kıyafetlerini taşıyorsun tamam.
Zeki yalnız yaşıyordu. 9 katlı bir binanın en üst katında idik. Büyükçe bir daire idi. Hafta sonları eve kamp için çocuklar gelirdi. Benden onlarla ilgilenmemi istemişti. Aşıktı. Hiçbir şeyle ilgilenecek hali yoktu. Kitap okuyor ve yazı yazıyordu. Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı’nı iki gün bile dolmadan, gece hiç uyumadan bitirmişti.
Yemek yapamayışıma kızıyor. Benden sonra evimize Ömer ve Mehmet de geldi. Benden büyükler. Evin en güzel odalarını kaptılar. Bana en soğuk oda kaldı, evin kuzeyindeki oda. Üstelik elektrikli sobaları da kaptılar. İki soba var, doğalgaz, kalorifer filan yok. Sonradan böbreklerimden ameliyat oldum o soğuk oda yüzünden.
Dergiler çıkartmaya, Zeki’nin yazılarını müstear isimlerle basmaya başlamıştım. Eve hep geç dönüyorum. İçerenköy’deki ev benim için ‘evim’ olamamış bir ev. Çocuklar geldiğinde şenleniyorum birazcık, o kadar. Bir tek Zeki’yi kendime yakın buluyorum, o da en kapalı dönemlerini yaşıyor.
Bir gün Zeki artık Malezya’ya gitmeye karar verdi. Buralar onun için tahammül edilecek gibi değildi artık. Kitaplarını sahaflara verdi. Birkaçını da bana... Ama gidemedi Malezya’ya. Çok sefillik çekti, çok sıkıntılı günler geçirdi.
Nasıl öldüğümü öğrenmek istiyorlardı, üzgündüler. Ama kapıyı ben açtıkça seviniyorlardı. Ertesi gün gazetelerde boy boy olmasa da baş sağlığı ilanları vardı hakkımda.
Karlıktepe Mahallesi
İki katlı eski bir binanın giriş katındayım. Yerde duvarların kenarlarına dizilmiş kitaplarım. Duvarda onlarca Zarifoğlu kartpostalı, bir Boşnak çocuğunun bir dergiden kesilmiş fotoğrafı. Yerde bir küçük kilimcik ve yatağım. Evde henüz başka bir şey yok. Tencere tabak dahi... Bir zamanlar benim de okuduğum liseden çocuklar geliyor evime. Kitaplardan, yazarlardan, çağının tanığı insanlardan bahsediyorum onlara. Anlattıklarıma hayli ilgi gösteriyorlar. Üst katta çok çocuklu gariban alevi bir aile oturuyor. Hallerine ağlamamak mümkün değil. Yan tarafta benimkinden hayli küçük bir evcikte iki çocuklu bir aile kalıyor. Çocukları hayli tatlı, yeğen özlemini onunla gideriyorum biraz.
Burası ilk defa kendime ait hissettiğim bir yer. Ara sıra yurttan kaçıp gelenleri saymazsak yalnız yaşıyorum burada. Adını Beytülhikme koydum evimin. Acayip bir şekilde tertip- düzen sahibi oldum. Bu kadarını kendimden ummuyordum. Artık benim de bir yerim vardı ve elimden geldiğince erken dönmeye çalışıyordum evime. Çok iyi kitap okuyabiliyordum. Ömrümün en iyi okuduğum dönemiydi belki de. Yalnızdım ve okuyordum. Bazı geceler ürpermekten kendimi alamadığım da oluyordu. Çok korkuyordum. Evimin önünden insanlar sloganlar atarak geçiyordu. Ben mahallelerinde azınlık idim. Nefret ediyorlardı benim gibilerden. Beni nerden bileceklerdi?! Bilmez olurlar mı; sakallıydım ya yetmez miydi!!
Benim evim aynı zamanda gençlerin de eviydi. Onlar için soluklanacak bir yerdi. En çok da Beytülhikme yumurtasını severlerdi. Daha çok kişiye yetmesi için içine ne bulursam katardım; salça, su, peynir, pirinç, fanta, patates, zeytin... Efsane olmuştu Beytülhikme yumurtası.
Bir gün kötü bir şaka yapmıştı çocuklardan biri, ‘Sana unutamayacağın bir şaka yapacağız abi’ demişti. Akşam eve geldiğimde Ömer Faruk ile Oğuz’u bulmuştum evde. Öldüğümü duymuşlar ve öyle söylemişler Ömer’e. Yazdığım gazeteden (Yeni Şafak) Hakan Albayrak arayıp cenaze namazımın nerde kılınacağını sormuş. Gazeteyi arayıp banyo yaparken zehirlenip öldüğümü söylemişler, taziye vermek istemişler. Şaşırmış bunları duyunca Ömer, bilmiyorum demiş, Kartal’a bir gideyim, öğreneyim demiş. Eve ondan sonra girdiğimde yine şaşırmıştı Ömer. Öyle ki müthiş şaşırmıştı. O gece başka birçok ziyaretçim gelmişti. Nasıl öldüğümü öğrenmek istiyorlardı, üzgündüler. Ama kapıyı ben açtıkça seviniyorlardı.
Ertesi gün gazetelerde boy boy olmasa da baş sağlığı ilanları vardı hakkımda. Dünyanın telefon parasını vermiştim yakınlarıma tedirgin olmamalarını söyleyebilmek için. ‘Ölümle şaka olmaz’dı ama olmuştu işte. Şakacılar bir ay görünmemişlerdi gözüme.
Esentepe Mahallesi
Sekiz katlı bir bina. En alt katı. Yine yalnız yaşıyorum. Elektrikli soba ile ısınıyorum. Evde su yok, temizlik suyunu bodrum kattaki kuyudan temin ediyorum. Kış geldiğinde durumlar hayli feci. Ekmek, yumurta, çay ve bisküvi en çok aldığım şeyler. Her hafta bir yazar ve onlarca çocuk konuğum oluyor. Onlara çay bisküvi ikram ediyorum. Çocuklar gittikten sonra bulaşığı taşıma suyla yıkamak hayli zor oluyor. Bardaklar yıkamakla bitmiyor. Ara sıra apartmanın müteahhidi geliyor. Suyun birkaç haftaya kadar bağlanacağını, doğal gazın geleceğini söyleyip söyleyip gidiyor. Bir yıl sonra su bağlandığında bayram yapıyoruz çocuklarla.
Burasının adı da Beytülhikme. Burada telefonum bile var. Üstelik yemekler de bir zaman sonra hazır gelmeye başladı. Oh ne rahat, ne rahat. Sadece her gün kampüse gidiş geliş fena halde yoruyor. Bir de şu musluklardan su aksa... Bir de, bir de evim kutuplar kadar soğuk olmasa. Evimin soğukluğu ile ilgili bir karikatürist arkadaş çalıştığı Ustura Mizah dergisinde karikatür bile yayınlamıştı da dillere düşmüştük. Evimin girişine, kapıya cümleler asardım ‘Çorapsız mü’min çorapları kokan mü’minden evladır’ gibisinden. ‘Her, hiç, hep, bütün’ gibi genelleme ifade eden cümlelere karşı uyarırdım arkadaşları. Çocuklar en çok da bir kelimenin anlamını, kökenini merak edince hiç erinmeden sözlüklere dalıvermeme şaşarlardı.
Kitap dergi ve kasetlerim iyice artmıştı. Yanıma kalacak arkadaş arıyordum. Şair Bilal Sert Sivas’a gitti, kayboldu, gelmedi. Zeki Bulduk evlendiği için gelmedi. Şemseddin’i alacaktım yanıma; Hz. Mevlana için olur olmaz laflar edince kızdım, kovdum. İki yıl yaşadığım evin daimi sakini ilk yıl sadece bendim, ikinci yıl liseli arkadaşlardan yanımda kalmak isteyenler oldu. Hepsi de iyi çocuklardı; Bilal, Fatih, Metin ve İlbeyli. Kurallar çıkıvermişti onların gelmesiyle: Bulaşık ve temizlik. Yemek zaten hazır geliyordu. Ama soğuklar gelince çocuklar benim kadar dirençli çıkmadılar ve hemen sıcak bir yurda yerleştiler. Yine yalnızlık benim olmuştu.
Asım Gültekin'ın Yazısı.