Nasıl Hızlı Okuyamadım?
Ömer Öztürk
Bir zamanlar HIZLI OKUMA diye bir şey vardı. Bugün şüphesiz mânâsını kaybetmiş bir mefhum ama doksanlı yılların başında memleketimizde bir hızlı okuma fırtınası esiyordu. Bir evvelki dershane konulu yazımda da ifade ettiğim üzere, doksanların başı aynı zamanda dershane fırtınasının da esip gürlediği, ortalığı toza-dumana kattığı bir devri teşkil ediyordu.
Ve dershaneler “hızlı okuma”yı keşfetmişlerdi. Bendeniz, bugün lap-toplar, akıllı telefonlar, tabletler çağında tamamen demode hâle gelmiş hızlı okuma kurslarının ilk talebelerinden biriydim.
Peki bununla gururlanmalı mıyım? Hayır. Zira bu hızlı okuma denen eğitsel faaliyet tamamen mânâsız bir işgüzarlık eseri idi.
Ama popüler idi. Nasıl olmuşsa olmuş, büyük ihtimalle dershane müfredat toplantılarından birinde, akl-ı evvel bir hoca “yahu zaten çocuklar matematikti, tarihti, bir dolu ders görüyorlar. Yanlarına bir de hızlı okuma dersi kosak, fena mı olur? Hem daha çok müşteri, pardon, öğrenci elde ederiz,” diye bir teklif getirmişti.
Galiba öyle olmuştu.
1992 yılının Ekim ayının sonlarına doğru, Üsküdar Belediyesi’nin sol yanındaki iş hanlarından birinde bulunan Güven Dershanesi’ne üniversite hazırlığı için kaydımı yaptırdım. O vakitler Üsküdar’da dershane deyince akla gelen iki isim vardı ki, bunlardan biri “Güven”, diğeri de “Deniz” idi.
Eh adı Güven olduğuna göre, güvenmek icap ederdi (!) öyle değil mi?
Birkaç ders sonra, idarî hocalarımızdan biri sınıfa girerek bize evvelâ hızlı okuma’nın önemine binaen kısa bir nutuk çekti ve peşinden hızlı okuma derslerimize girecek hocamızı takdim etti.
Hoca dediğim, kırklı yaşlarının ikinci yarısını sürmekte olan, açık saçık ve aynı zamanda da kaçık bir kadıncağızdı.
Hızlı okuma hocamız daha ilk günden başkalarından farklı bir varlık olduğunu ortaya koydu. Yarabbi biz ne günah işlemiştik? Kadın her derste önümüze birtakım zırva metinler koyuyor, sonracığıma hızlı okuma teknikleriyle bunları nasıl “hızlı” okuyacağımızı güya öğretiyor, dersten arda kalan vakitlerde de abuk sabuk konuşmalar yapmak suretiyle işkencesini katmerliyordu.
Ona göre hızlı okuma olmazsa olmazdı, hızlı okuma asrın buluşuydu, hızlı okuyamayan iş bulamazdı, evde kalırdı, hızlı okuyarak üç günde üç yerine otuz kitap okuyabilirdik, v.s.lerden bir demet…
Bir Allah’ın bir kulu da ortaya çıkıp “zaten memlekette okuyan yok, önce okuyanı bulalım, ondan sonra hızlı okuma temrinleri de yaparız,” diye bir itiraz dillendirmiyordu.
Kimse de “yeter ki okuyalım da yavaş okuyalım,” demiyordu.
Kadıncağız bir millî felâketti. Deli dolu çıkışlar yapar, kimi vakit de öğrencilerden birinin ensesine şaplağı indirir, sonra da “şaka yaptım” diyerek hınzır hınzır gülerdi. Bir gün de dersteyiz, her zamanki gibi önümüzdeki hızlı geveleme metinlerine avel avel bakıyoruz, o ara bizimki nasıl gördüyse, Üsküdar ufuklarındaki apartmanlardan birinin balkonunu işaret ederek, “ohh, demleniyorlar,” deyiverdi. Galiba birileri rakı sofrasının başına çökmüş, ziftleniyordu. Bizimki bu kere de içini çekerek, “ah şimdi o sofrada olmak vardı, kadeh tokuşturmak vardı,” diye celallenivermesin mi?
O gün de mânâ verememiştim, bugün aradan yıllar geçtikten sonra, hiç mânâ veremiyorum. Neye mi?:
“Bir eğitim mensubu, bir öğretmen, 17-18 yaşlarında, gözleri açılmamış talebelere nasıl olur da içkili sofraları över, onu şirin bir şey gibi gösterirdi?”
Ama laik mi laik bir devirdi o devir. Fikir hürriyeti hak getire idi.
Yine de yıllar sonra düşünüyorum da, şu bizim laika ablamızın yâni hızlı okuyamama hocamızın hiç mi müspet yanları yok idi. Var idi. Evet vardı. O ve muâdilleri, o zamanlar, hep iyiye doğru giden bir geçiş sürecinin ilk kırılma noktaları idiler. O imkânsızlık yıllarının belki de tek tesellisi bunlar idi.
O yıl üniversiteyi kazanamadım. Ertesi yıl, bu defa bir arkadaş tavsiyesiyle yine Üsküdar’da Deniz Dershanesi’ne kaydoldum. Ve hızlı okuma derslerine kaldığım yerden devam ettim. Sanki çok lüzumluymuş gibi, sıkıcı metinlerin başında zaman harcadım.
Meğer gençliğimi harcıyormuşum… Hem de bozuk para gibi…
GENÇ'ın Yazısı.