Yunus Emre Gürcan

Güneşin eşsiz yeşilliklere hücum ettiği bir sabahın şafağında uyanan küçük çocuk, tüm büyümeden büyümüşlerin sahip olduğu olgunluk ve sukutla ama illa ki çocukluğun getirdiği fütursuz heyecan ve mutlulukla bindi bisikletine. Çok değil daha bir asır evvel icat edilerek; yeni yeni Avrupa’yı kaplamaya başlayan kara dumanlara inatmışçasına insanlara hizmet eden bisikletine bindi. Sonsuzluk kadar geniş ovayı karşılayan tepenin zirvesinde durarak seyrettiği bu yenidünya, bir küçük çocuğun safi gönlüne ve zihnine dahi heyecan ve sebebi belirsiz korku salacak kadar hızlı dönmeye başlamıştı. Yakın ve ondan sonra ki yakın gelecekte üzerine yük olan ne kadar insan topluluğu varsa acı çektirecekmiş gibi yaklaşan zamanın kokusundan habersiz, yokuş aşağı yer çekiminin ve yavaşlığın prangalarını kırarak kısa süreliğine olsa da özgürlüğe koştu. Tekrar tekrar kendini döndüren tekerleklerin verdiği hız tutkusu, daha evvel tanımadığı bir duyguya karışmış adına da hırs demişti. Neyse ki, tüm dünyayı bisikleti ile dolaşmaya kalkışacak kadar uzun olmayan bu yolculuktan sonra menzile varmış, menzile her ulaştığında yaptığı gibi onu güvene almıştı. Hayatının evvelinde ve ahirinde orada duran ve hep duracakmış gibi duran ağaçlara, onlardan tek tanesine baktı ve özgürlük aracını ona emanet etti. Yıl 1914’tü ve dünya bir büyük çukura düşmüştü. Daha iyi yaşamak için öldüren, öldürdüğü için daha fazla öldüren o yıllarda, bir küçük çocuk bisikletini kaybetti…

Bir ağaç yaşama kabuğu ile tutunur. Orada hayat bulan damarları ile toprağın bereketini şekillendirir. Kış gelipte soğuklar suyun serbestçe dolaşmasına müsade etmeyince kapatır kendini. Herkesin inandığı ve gerçekte olduğu gibi yenilenmenin adı olan ilkbaharla beraber tekrar uzanır toprağa. Ancak bu sefer bir öncekinin üzerine bina eder yaşam damarlarını. Böylece her sene ormandan, toprak ve hayattan biraz daha birşeyler katarak kendine, büyür ve genişler.

Ağaçlar hep hayatı simgeler zihnimizde ama zamanın gözle görülen en büyük canlı tanıkları olduğunu unuturuz hep. Bir ağacın ömrü boyunca kaç insanın ve kaç devletin düştüğünü görmeyiz bugün denilen ibrenin ardına. Zamanın geçiciliği kovalar ya hep bizi, her gün her saniye alır ya beriye bizden birini ya da bir şeyi; aynı ağaçlar gibi.

İnsan bilmez mi acaba öleceğini? Görmez mi toprağa gömülmüş insan çehrelerini? Ağaca hapsolmuş bisikletleri ve özgürlük isteklerini?

Yaşıyoruz hep ileri doğru; daha iyi, daha fazla ve daha güzel... “Daha”nın bulunduğu cümleler kadar özgürlük istiyoruz. Daha iyi bir araba alacak kadar özgür, daha fazla zekat verecek kadar özgür, daha güzel olacak kadar özgür. Tekrar tekrar kendini döndüren tekerleklerin verdiği hız tutkusu, daha evvel tanımadığımız bir duyguya karışmış adına hırs diyoruz. Neyse ki tüm dünyayı sahiplenecek kadar büyük özgürlük isteklerine erişemeden ömrümüzü tamamlayıp, menzile varıyoruz. Ardından “özgürlük aracımızı” bırakıp; bedenimizi mezara sokup göçüyoruz...

Geçen zaman, akan yaşam; büyüyen ağaçlar ve genişleyen yok oluşlar hapsediyor her şeyi ve herkesi. Bu dünyadan gelip geçen insanlar ve yaşamlar, bir ömür boyu yapmaya çalışıp çabalayıp bina ettikleri ne varsa bırakıyor yokluğa. Her an geçen zaman, her gün büyüyen ağaç. Dönen dünya ve yelkovan, ağaçların sakladığı bizden kalmış izlere tanıklık ediyor. Özgürlüğümüz, bedenimiz ve bisikletimiz; bizi hapsedecek bir ağaca zincirlenmiş, menzile varmayı bekliyor...


GENÇ'ın Yazısı.