Kim bilir, kaç gencin rüyasına girdin, aldın onları ufkunun sevdasına yaklaştırdın, kaç gence ilham oldun, ihya ettin. Kim bilir kaç genç şimdi senin aziz hatırana bakıp iç geçiriyor ve gönlünün en derin yerinde filizlenen şu ümitle hayat buluyor: “Furkan olmak istiyorum.”

Her şeyin bir vakti merhunu var. O yüzden bu mektubun neden şimdi vakitsiz gelip yüreğime oturduğunu hiç merak etmeyeceğim. Yazdığımın sana ulaşıp ulaşmayacağını da üçüncü şahıslar merak etmesinler. Elbet sana bir işittiren, bildiren, gördüren olur. Hiç ölmeyecek bir hayat ile yaşadığına inandığımız kadar buna da inanırız biz. Zannımız o ki Rabbinin katında taltif ediliyorsun. Tattığın nimetlerin sevinci içindesin. Bunu ayet söylüyor. Ama aynı ayet, senin başka bir sevincinin haberini de veriyor bize. O sevinç, seçtiğin yolun doğru olduğuna dair bir sevinçtir. Artık sen şunu da gayet iyi biliyorsun ki, senin gibi olmak isteyenlere korku ve üzüntü yoktur. Bu sevinç, senin gibi olmak isteyenlerin sevincidir. Allah sana bu sevinci de tattırdığına göre, demek adına kıyamete kadar hiç bitmeyecek bir yol açılmıştır. Tıpkı her şehide olduğu gibi… Ve tıpkı şehâdeti özleyen ve sırasını bekleyen her şehit adayına vaat edildiği gibi…

Hani demiştin ya : “Şehâdet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir, ama ondan emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehâdet mi annem mi?”

Zor soru cidden Furkancığım, zor soru… Anne sevgisi fıtridir. Onu veren öyle vermiştir ki yanına konulan her sevgi muhakkak küçük kalır. Hele bir de kendi sevgisinin yanında şehâdet sevgisinin yeşermesine müsaade eden o anne, o babanın sevgisi hangi sevgi ile kıyas edilebilir ki? Biz böyle konuşup duralım, sen işi halledip gittin, değil mi? Satırlarda çözemediğini, sadırda çözdün ve sevgiline kavuştun. Sonrasını biliyoruz, önceden belki sadece anne- babanın sevgilisiydin, şimdi onlarla beraber hepimizin, bütün ümmetin, bütün mazlumların sevgilisi oldun.

Geçen hafta babanla tanıştım. İsminin geçtiği her yerde titreyen sesi ile seni o kadar içten ve güzel anlatıyordu ki! Gidişinle –dirilişinle demeliydim aslında- ailenin bir daha eskisi gibi olmayacak hayatı kim bilir ne ilginç tecellilerle bezeniyor. Bunları söze ya da kâğıda dökmek iş değil. İş, ne büyük bir mana ile dirildiğini anlamak ve anlatmak belki de… Kim bilir, kaç gencin rüyasına girdin, aldın onları ufkunun sevdasına yaklaştırdın, kaç gence ilham oldun, ihya ettin. Kim bilir kaç genç şimdi senin aziz hatırana bakıp iç geçiriyor ve gönlünün en derin yerinde filizlenen şu ümitle hayat buluyor: “Furkan olmak istiyorum.”

Şimdi kim çıkıp da senin ölüp gittiğini iddia edebilir ki? Sana öldü diyenler yaşamanın ne olduğunu bilmiyorlar. Sen kuzum, öyle bir yerinden yakalamışsın ki hayatı, hayata hayat olmuşsun. Ölüp gitmemek, bitip yitmemek isteyen mi var? Senin 19 yıllık hayatının önüne gelecek diz çökecek. Onu okuyacak; dâvânı, aşkını öğrenecek, sonra aşk olsun diyecek içinin en deriniyle. Ve sonra nasibi kadar, senden öğrendiği kadarı ile hayatını kurtaracak, hemen şimdi bitiverecek gibi duran şu kısacık hayattan kurtulacak, hiç bitmeyecek bir hayata adım atacak.

Evet Furkancığım, sen şu çarkı kaymış, kendi kısırlığından başkasına yol vermeyen dünyada, sonsuzluğa nasıl kapı açılır, bunu gösterdin bize. Dünyanın bütün tüketicilerine yani bizlere çok pahalı bir ders verdin. Bütün mantıki adımların, akıl yürütmelerin, gelecek planlarının ve kariyer planlarının üstünü tek ve şık bir hareketle nasıl da kolayca çiziverdin. O tek ve şık hareketle aşkınlığın, fedakârlığın ve saflığın destanını nasıl da kolayca yazıverdin. Hiç ölmeyecekmiş gibi sarıldığımız şu hayatta dönüp bize, yüzünde anlamlı bir tebessüm ile hemen ölüveren sen, hasbiliğinle hepimizin hesabiliğini nasıl da alt üst ediverdin! Dünya ve biz’e bakıp, şehadet ve ben deyip nasıl da bizden sıyrılıverdin? Biz hepimiz seni yüreklerimizde hissettik. Hepimiz ama hepimiz... Dünyanın bütün mazlumları, garipleri ve kimsesizleri... Hepimiz ama hepimiz... Dünyanın bütün zalimleri, mütekebbirleri ve gaddarları... Ve şu şirazeden çıkmış dünya…

Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. Arkasından yükselen “Ne yapıyorsun sen” çığırışlarına, önünden yükselen “Ne yapıyorsun sen” bağırışlarına aldırmadan fütursuzca ilerleyebilir. O öyle tarihin ve çevrenin ve herkesin üstüne üstüne yürürken bizim seslerimiz kesilebilir. Kimimizde yürek hoplatan bir heyecan, kimimizde anlamlı bir sükût ve kimimizde çaresiz bir ıstırap... Hepimiz sadece ve öylece seyredebiliriz. Sonra bir gürültü kopabilir. Ateşin çocuklarından çıkan o beş ateş parçası kulaklarımızı sağır edebilir ve fakat o mübarek inilti kadar yer etmez yüreğimizde. O an sıcacık bir kaç damla kan gelip, soğuk yüzümüze, alnımızın çatına sıçrayabilir. Kalbimiz duramaz yerinde, paramparça olur, belki gözümüzden birkaç damla yaş gelip o asil kan ile birleşir. Sonra ne olur? Şu olur: yumruklarımız ve kalplerimiz sımsıkı olur. Ve biz bir uykudan uyanırız.

Aşk olsun gülüm, aşk olsun. Seni bu kadar minnetsiz ve mihnetsiz kılan nedir? Seni bu umarsız ve apansız bahara salan nedir? Nedir sendeki sır gülüm nedir?

Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. O an karanlıkta bir hareket başlar. Çocuk karanlığa dalar. O siyahlık sanki onu yutmuş gibi olur, çünkü çocuk bir an kaybolmuştur. Ama karanlıkta bir hareket, bir kıpırdanma olmuştur. Karanlık kocaman ağzını açar, sanki kusar gibi, ortasından bir ışık huzmesi göğe doğru çıkar. O an kılıçla ortadan ikiye yarılmış gibi çatırdar. O ışık huzmesi uzar, göğü de deler, gök ötesi göklere erer. Göklerden, çoktandır irtibatımızın kalmadığı o göklerden bir kapı açılır. O kapıdan bir seyr ü sefer başlar. Gencecik, ter ü taze delikanlılar girer oradan. Meryem misali kızlar girer oradan. Alır o kapı hepsini senin farkınla bezer. Alır o kapı hepsini Furkan yapar. Furkan olan kurtulur. Furkan olan sonsuza yol bulur.

Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. Yürüyebilir ve herkese yaşadıklarının bir yalan olduğunu haykırabilir. Ve bunu öyle saf, öyle temiz ve öyle sade bir surette yapar ki herkes orada öyle şaşkın kalabilir. Duvar gibi yüzlere, boş bakan gözlere ve kurumuş özlere o çocuk bir nazar atar. O an bir diriliş başlar. Bunu öyle klas, öyle şık ve öyle asil bir hareketle yapabilir ki söz yalan olur. Gözlerimizde minnet ve yüreğimizde hayret bize bir hal olur. Mecalimiz kalmaz, ezberimiz bozulur, elimiz ayağımız tutulur. Nihayet kendimize gelip şunu deriz: Aşk olsun gülüm, aşk olsun. Seni bu kadar minnetsiz ve mihnetsiz kılan nedir? Seni bu umarsız ve apansız bahara salan nedir? Nedir sendeki sır gülüm nedir?

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Al-i İmran, 169-170)


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.