Yeni Yabancı Dilimiz: Türkçe
Türk dilini kıymayı artık bıraktılar zannedenler, benim gibi yanılmış durumdalar. Hala bu kıyım devam ediyor. Demek ki o anamızın ak sütü gibi olan dile her daim en sıkı sarılanlardan olmak durumundayız. Yeni kelimeler elbet girecek, elbet farklı dillerden geçiş olacak. Fakat elimizdeki malzemeyi kırpıp kırpıp kuşa çevirilmiş dilin, bir de tırnaklarını biz sökmeyelim.
Epey zaman oldu. Türkçe sözlüklerin en kalın ve iyilerinden birini hazırlayan bir hoca, bizi bir teste tabi tutuyor. Testin konusu Türkçe kelimeler. Zaten gönüllü olarak bir araya gelmiş bir gruptuk o zamanlar. Türkçe mevzubahis olunca, bu önemli insandan da ders almak istemiştik. Bize uyguladığı testin bir kısmı kelime anlamlarına yönelikti. Birçoğumuz kelimeleri aslında babaannemizden, anneannemizden öğrendiğimizi, test sonrası dile getirmiştik. Sizin de babaanneniz “bıldır” kelimesini kullanır mı?
O günlerden biraz daha bu zamana yaklaşalım. Ders notlarınız iyi olmuş hep. Sizden küçüklere ders çalıştırmışlığınız da var. Ve bir gün yeğeninizin ders kitabında bir soru ile karşılaşıyorsunuz. Daha ilkokulda bu çocuk. Fakat bu basit Türkçe sorusunda ona yardımcı olamıyorsunuz.
Bu günlere gelelim. Uzaktan eğitim yapan bir üniversitenin Türk Dili sınavı sorularına bakıyoruz. Hani öyle kitap, gazete okumayan insanlar da değiliz. Üstüne üstlük aralarında yayıncı, çocuk edebiyatı yazarı, ders kitabı hazırlayan arkadaşlar da var. Soruyu anlamaya çalıştık. Dikkat buyurun, çözmeye değil. Öğretmenlerimizin öğrettiği gibi, soruyu anlamak, soruyu çözmenin yarısıdır. Fakat soru anlamadığınız bir dilde geliyorsa, elinizi kolunuzu bağlıyor.
Ders Türk Dili, fakat dil bize yabancı. Dil’i; “öğrenilen değil, edinilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir sistem” olarak tanımlamalarına rağmen, anamızdan öğrendiğimiz dili bize yabancı kılan ders kitapları arasındayız. Yeğeninizin kitapları artık cümleye cümle demiyor mesela. Üniversite ders kitapları “sert sessiz yumuşaması” demiyor, “ötümleşme” diyor. Ses bilgisi mevzu iken “art damaksıllaşması”ndan bahsediyor. Düşünsenize bir gün torun, babaanneye “ötümlü ses gibisin” dese, küfürden saymaz mı o kadın bunu?
Alfabeyi değiştirin, Arapça ve Farsça kelimeleri çıkarın, imlayı biçin, yeni kelimeler uydurun… Hiçbir şey söyleyemez hale getirin halkı. Bu da yetmezmiş gibi anne ile çocuğun dilini de değiştirin. Dil değişince her şey değişmiyor mu? Zihniyet, bakış açısı, ahlak…
Zihnimize takılan at gözlükleri ile kalbimiz de, ruhumuz da kararıyor. Sadece “ego” seviyesinde bireye dönüştürüyor insanı. Basit bir dil kuralından bu kadar da olur mu? Neden olmasın. Sert sessiz yumuşaması, aynı zamanda insana sertliğin yumuşamasını, abus çehrenin gülümsemesini, öfkenin yenilmesini anlatmaz mı? Ötümlüleşme ne anlatır peki? Af buyurun çirkin sesiyle yolda öte öte giden bir çiftlik hayvanı haline bürümez mi insanı? Sahi siz de sokaklarda bağıra çağıra konuşan, kahkaha atmaktan, küfretmekten çekinmeyen ergenlik yaşındaki öğrenciler görüyor musunuz? Kelebek etkisinden daha gerçek bir etki, kullanılan kelimelerin insan ruhunu şekillendirme etkisi.
Türk dilini kıymayı artık bıraktılar zannedenler, benim gibi yanılmış durumdalar. Hâlâ bu kıyım devam ediyor. Demek ki o anamızın ak sütü gibi olan dile her daim en sıkı sarılanlardan olmak durumundayız. Yeni kelimeler elbet girecek, elbet farklı dillerden geçiş olacak. Fakat elimizdeki malzemeyi kırpıp kırpıp kuşa çevirilmiş dilin, bir de tırnaklarını biz sökmeyelim.
Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.