Nureddin Yıldız Hocam, Bana Pantolon Borcun Var!
Hasret Ali Genç
Hafta sonu için ders çalışma planları yapıyordum ki perşembe akşamı telefonum çaldı. Bu telefonla bana ulaşmaya çalışan kişi; çocukluğumdan beri dini ders ve sohbetlerinde bulunduğum, manevi anlamda beni yetiştiren, kendisini çok sevdiğim Ali İnal hocam idi. 7 kişilik bir ekiple beraber Konya’dan yola çıkarak iki günlük bir İstanbul ziyareti yapacaklarını söyledi.
Ziyaret programı belliydi. Cuma günü belli başlı camiler ve manevi ortamlar gezilecek, akşama benimle Üsküdar’da buluşulacaktı. Ertesi gün sabah Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin sohbetine iştirak edilecek yine akşama da Nureddin Yıldız Hocamız ile bir görüşme yapılacaktı.
Cuma günü aynen programa uyduktan sonra cumartesi sabahı sohbet yerine vardık. Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, küçük bir sandalın açık denizlerde salınışına benzeyen o naif üslubuyla, genel anlamda da “takva”dan dem vurarak sohbetini yaptı. Ardından da camiden dolup taşan cemaatle birlikte öğle namazımızı eda edip oradan ayrıldık. Nureddin Hoca ile akşam görüşeceğimizden o saate kadar İLAM’da (İlmî Araştırmalar Merkezi) istirahat ettik.
Görüşme saati yaklaşınca Bayrampaşa’ya, Sosyal Doku Vakfı’na hareket ettik. Oraya vardığımızda sadece vakfın dış görünüşünün değil içerisinin de gayet güzel ve sade olduğunu gördük. Nureddin Hocanın odası ise ancak ihtişam kelimesi ile anlatılabilir ve tasvir edilebilir nitelikteydi. Kitapları, masası ve odanın tasarımı hakikaten muazzamdı. Karşımızda da son derece esprili, kıvrak zekâlı, samimi, bir insan; ilim ile hemhal olmuş bir âlim; her soruya, her atfa derinlikle cevap veren bir yol gösterici bulmuştuk. Muhabbeti de çok tatlıydı. Bize, inanmakta güçlük çektiğimiz, Konya’da aç kalma hikâyesini anlattı. Sapkın bir gencin Hocayı imana davet etmek üzere vakfa geldiğinden ve Hocanın da onu nasıl def ettiğinden gülerek bahsetti. Çalışmalarını ve hizmetlerini anlatmayacak kadar egodan uzak bir insandı. Yanından ayrılmadan önce elini öpmek üzere eğildiğimizde, Osman Nuri Topbaş Hocaefendinin yanından geldiğimize işaret ederek: “Asıl eli öpülecek kişinin yanından geliyorsunuz” dedi ve elinin öpülmesine izin vermedi.
Ama biz geri dönmek üzereyken bana kazara yaşattığı o meşum hadiseyi hiç unutmayacağım!
Görüşmemizin akabinde bize dönüş yolunu bilip bilmediğimizi sordu ve kararsızlığımızı fark edince yolu kendisi tarif etti. Biz gelirken Boğaziçi Köprüsü üzerinden gelmiştik. Dönüş için de aynı yolu kullanırız diye tahmin ettiğimden, kendi kafamda arabadan ineceğim yeri biliyordum. Oradan indikten sonra ekip Konya yoluna devam edebilir ve ben de kolaylıkla evime ulaşabilirdim. Ama Nureddin Hocanın farkında olmadan da olsa attığı tatlı kazık sonucu biz kendimizi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü üzerinde bulduk. Gruptaki kimse İstanbul’u bilmiyordu. Gideceğimiz yol benim de bilmediğim bir yol olunca navigasyonun insafına kalmıştık.
Navigasyondan yol haritasına ve bu harita üzerinde inebileceğim en uygun noktaya baktım. Başıma kaynar sular dökülmesi tam bu anda oldu işte. Çünkü köprünün bizi ulaştıracağı yol çok dışarıda kalıyordu. Normalde yolu değiştirebilir ve kendimi garantiye alabilirdim. Ama o zaman abilerim bayağı bir zaman kaybetmiş olurlardı. Benim yüzümden yoldan geri kalmalarını asla istemezdim. Sorduklarında da bir problem olmadığını ineceğim yere geldiğimizde haber vereceğimi söyledim. Navigasyondaki yol haritasından en müsait noktayı seçmeye çalıştım. Ama burası Üsküdar’a hatta oraya gitmeme yarayacak en yakın toplu taşıma araçlarına bile çok uzak mesafedeydi. Ayrıca da otoyolun kenarında bir yerde olduğu için indikten sonra ne yapacağım da belirsizdi.
O noktaya gelince ineceğimi bildirdim ama onlar bile inanmadılar. Gece vakti burada inip ne tarafa gideceğimi sordular. “Sıkıntı yok hocam, biraz yürüyüp yukarı doğru çıkacağım. Dolmuş, otobüs bulurum, yakın sayılır zaten burası” diyerek onları ikna etmeye çalıştım. Onlar da inandılar ve ben indikten sonra yollarına devam ettiler.
Kalakaldığım yolun kenarında yapabileceğim tek şey yukarı doğru tırmanmaktı. Eğim çok fazla olduğundan neredeyse ayakkabılarım yırtılacaktı. Yukarı ulaştığımda da oranın tellerle kapatılmış olduğunu gördüm ve geriye doğru yol boyunca yürümek zorunda kaldım. Şeritlerin ortasına, bariyerlerin arasına girdim. Sağımdan ve solumdan vızır vızır arabalar geçiyordu. Herhangi bir tabela görene kadar uzun süre yürüdüm. Yürürken arabalarının içlerinden beni görenlerin ne düşündüğünü merak ettim. En son Ataşehir, Çamlıca, Boğaziçi Köprüsü ve Üsküdar’ı gösteren tabelaları görünce Üsküdar’a giden yoldan devam ettim. Bu sırada da otostop çekmeyi denedim. Bütün yürüyüşüm boyunca el kaldırdığım arabalardan sadece bir tanesi durdu. Onun da istikameti bana tersti.
Sonunda ileride bir üst geçit gördüm. Yolun sağından tırmanarak canlılık belirtisi olan bir muhite ulaşayım dedim. Ama orada da teller vardı. Eğer tellerden atlamazsam dümdüz yürümeye devam edecektim. Kaldı ki ne kadar süre daha yürüyeceğim de belli değildi. Başka seçenek olmadığından dikenli tellerden atlamaya karar verdim. Tellerin öbür tarafında bayağı bir yükseklik de vardı. Aşağı dikkatli inmek zorundaydım. İşte o sırada olan oldu ve pantolonum tellere takıldı. Sağ bacağımın ön tarafından yırtılan pantolon tekrar kullanılamaz hale geldi. Ah Hocam yaktın beni!
Neyse ki üst geçidin sağ tarafında bir otobüs durağı varmış. Durağın önüne varır varmaz da Üsküdar yönüne giden bir otobüs geldi. Üstelik bu otobüs, bu durağa uğrayarak Üsküdar yönüne giden tek otobüsmüş.
Artık şans eseri mi bu iş gerçekleşti yoksa yanından ayrılırken Nureddin Hoca`nın ettiği dualar mı yardımcı oldu bilemiyorum!
Hürmetler Hocam. :)
GENÇ'ın Yazısı.