Ümmetin Harcı Arapçayla Karılmıştır!
Geçtiğimiz ay, Uganda’nın köylerinden birinde, küçük bir mescidde ikindi namazını kıldık. Namazın akabinde, imam elindeki minik mikrofonu, dua etmesi için en ön safta bulunan Mehmet Lütfi Arslan Ağabeyimize verdi. Lütfi abimiz, Arapça olarak yaklaşık beş dakika dua etti. “Amin, amin” sesleri yankılandı mescidin içinde… Sonrasında, derileri siyah, yüzleri mütebessim, hâlleri zarif ve dilleri farklı bu insanlarla musafaha yaptık ve sanki Fatih’teki bir camiden çıkıyormuşuz havasında oradan ayrıldık…
Bir başka akşam, farklı bir mesciddeydik. Bu defa imamlık yaptı Lütfi Ağabeyimiz, teravih namazını kıldırdı. Ezelî kelam, bir rahmet şemsiyesi gibi açıldı ve siyah-beyaz demeden, mesciddeki tüm insanları aşkınlık ikliminde buluşturdu. Ne biz Lugandaca biliyorduk, ne de saf saf olduğumuz kimseler Türkçeden anlıyordu. Buna rağmen hepimiz, o gümbür gümbür yağan Kur’ân yağmurunda, mest olmuş gibi ıslanıyorduk. Milletlerimiz, dillerimiz, kültürlerimiz ve renklerimiz, okunan o kudretli ayetlerin atmosferinde yok oluyor, İslam kardeşliğinin verdiği sevinç, yüreğimize bir meltem gibi “biz çok büyük bir ümmetiz” duygusunu aşılıyordu…
Bu iki hadise, Uganda’dan dönerken şunları düşünmeme vesile oldu:
1932 ve 1950 yılları arasında, Türkiye’de ezanları Arapça değil de Türkçe okutanlar, namazların Türkçe Kur’ân mealiyle kılınması gerektiğini savunanlar, ümmet olmanın ne demek olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek olanlardır… Onlar ve o görüşün temsilcileri, Arapçayı sadece Arapların dili zanneden, Türkiye’nin ruhuna işlemiş İslam dokusunun ne manaya geldiğini çözememiş olanlardır…
Allah’a şükür ki 1950’den sonra onlara bir daha fırsat verilmemiş Türkiye’de... Eğer verilseymiş, Uganda’da hissettiklerimizi hissedemeyecek, bizi yeryüzündeki tüm Müslümanlarla tek bir vücut gibi yapan Kur’ân şemsiyesinde gölgelenemeyecek, ümmet ruhuyla dopdolu olmak yerine, boynu bükük ayrılacaktık oralardan…
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.