Çıplak Ayasofya
Yunus Emre Gürcan
Sırtına vuran güneşin nazik ışıkları, heybetli yapıya saygıyla yaklaşıyordu. Güneş, zamanın ve geçiciliğin acımasız yıpratmasına direnmek için yapılmışçasına hala ayakta duran koca binaya tüm şiddetiyle hücum etmiyor, onunla dans edip büyüklüğünü perçinliyordu. Kolay olmamıştı. Onlarca kez girişilen teşebbüslerin başarısızlığı, İslam’ın yalın kılıç nidaları, dedelerinin kendisine bıraktığı mirasın ağırlığıyla yoğrulmuş bir demir hançerin, peygambere ait kutlu haberle devletin ve Fatih’in bağrından sökülüp atılması kolay olmamıştı. Ayasofya’nın ayakları dibinde Allah’ın huzuruna çıkma heyecanını yaşamak iki taraflı bir orduya, bir yüzyıla ve tarih sahnesinde ki koca bir çağa mal olmuştu.
Ayasofya mabet şekline bürünmüş bir sikke, bir işarettir. Bizlere Osmanlı’nın ne hadde ulaşmış bir hayat tarzına sahip olduğu gerçeğini fısıldar, söyler ve haykırır. Bir koca imparatorluğun kudretini göstermek için bina edilmiş olsa da Roma’nın düşüşüne rağmen ayakta kalarak ibretlik bir hüznü de vardır. Aslolan dindir, insandır, Allah’tır ki onu yapan eller göçüp gitse dahi o dini ayakta tutar insanı yaşatır ve Allah’ı hatırlatır. Ayasofya aynı zamanda geçiciliği ve zamanı yazar; geniş kubbesi etrafında İstanbul’un yerle yeksan olmuş başka başka kubbelerini gösterir. Sultan Ahmet’in yapılmasına vesile olacak kadar gösterişli lakin onunla birlikte İstanbul’u sırtlayacak kadar mütevazidir. Ancak Ayasofya bize sadece Sinan’ın mirası minarelerini gösterse de güzeldir.
Ayasofya güzeldir ama minareleri daha güzeldir zira o minareler sadece Ayasofya’yı yaşatan İslam direkleri değil aynı vakitte; Osmanlı’nın aldığı mirası nasıl güzelleştirip, İslamiyetle yücelterek eşsizleştirdiğinin de kanıtıdır. Düşünün ki sizden evvel ki şehrin sahipleri, bir koca kubbe kaldırmış elleri. Zaman ve belki insan, yaşamış ve tüketmiş kubbe altına sinmiş sesleri. Yaşatan ve anlatan bir kubbenin, unutup kaybetmek üzeresiniz söylediği eski devirleri. Muhafaza eden İslam’ın neferleri, Sinan’ı çağırmış devirlerin ve İstanbul’un sesleri. Tarihe karışmaktansa, bizlere emanet edilmiş bir mabedi, birkaç tuğla üzerine yükselen minareleri ve üzerine ekleyebilecek kadar büyük bir kültürün izleri… Genelde yazı başlığını seçer ama bazen başlık yazıyı doğurur.
Bugün başlık yazıyı doğurdu. Osmanlı’nın ilk günden bağrına basarak sahiplendiği, koruyup geliştirdiği Ayasofya’nın ilk hali de başlığa vesile oldu. Bugün gördüğümüz ve bildiğimiz Ayasofya, tarihin farklı devir ve devletlerinin elbirliği ile dünyaya kazık çakmış bir mabet. İlk yapıldığında büyüklüğünü kubbesinin heybetinden alıyordu. Sonra Fatih’in kıldığı namazın esenlik ve selameti ile büyüdü. Osmanlı’nın ona kattığı, eklediği yapılarla külliyeye dönüştü ve genişledi. Sonralı biraz yorgun düşünce imdadına Koca Sinan yetişti ve sanatı mühendislikle, kültürü taşla birleştirerek Ayasofya’ya yeni umutlar verdi. Ayasofya tarihle, değişen insanlarla, devlet ve kültürlerle beslendi, büyüdü. Bize Roma’yı, türlü türlü Osmanlı’yı, Cumhuriyeti ve kendimizi anlatır oldu.
Bugün Ayasofya bir bütün, zamanı ve insanı içine alan yekpare bir yapıdır. Minarelerinden, külliyesinden ayrı düşmüş şekli ancak Çıplak Ayasofya olur ve bu şekliyle bize onu bugünlere getirenlerin emeğini anlatır. Ayasofya’ya bu nazarla bakarsak, onu çıplak hali ile görürsek, bin yıla yayılmış bir ömür, bir anlatı, bir hikâye ve hayran olunacak birikim görürüz.
Netice olarak, Fatih’in heyecanla adım attığı kapılar Roma İmparatorluğunun zirve eseridir ve Fatih’in sırtına da vurmuş güneşin saygıyla yaklaşıp ahenkle dans ettiği Ayasofya, bir kültürün zirvesini devralıp onu daha da güzelleştiren Osmanlının şahididir.
GENÇ'ın Yazısı.